30 Mayıs 2018 Çarşamba

ANKARA KALESİ "ABDÜLHAMİT'İN ŞAM DEVLETİ" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (02 Ağustos 2015 - Pazar)

ANKARA KALESİ: 
"ABDÜLHAMİT'İN ŞAM DEVLETİ"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (02 Ağustos 2015 - Pazar)
Dünya üçüncü bin yıla doğru ilerlerken üçüncü dünya savaşını birileri Suriye’de yaşanmakta olan savaş sürecinden çıkartmaya çalışmaktadır .Bir çok merkez ve uzman bu konuda düşüncelerini dile getirirken , bu bölgenin tarihsel geçmişini ve bugüne gelen mirasını ele alarak dünyanın geleceğini tartışmaktadırlar . Dünya tarihi içinde Orta Doğu’nun geçmişi ele alınarak irdelenirken , Suriye’nin de geçmişi didik didik edilmekte ve geçmiş dönemlerden bugüne uzanan bir zaman dilimi içinde bu ülkenin haritası ve jeopolitik konumu yeniden belirlenmeye çalışılmaktadır .Türkiye cumhuriyetinin güney sınırlarından başlayan bu ülkenin geçmişi , bütün bölgeyi ilgilendirdiği gibi en uzun sınırlara sahip olduğu Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir . Türkiye’nin hemen güneyinde yer alan bu ülke açısından da Türkiye Cumhuriyeti bu ülkenin kuzey komşusu olarak haritada yer almaktadır . Dokuz yüz kilometrelik bir ortak sınır bu iki ülkenin kaderini bir araya getirmekte ve her iki ülkede kendi geleceği ve güvenliği açısından birbirini yakından izlemek zorunda kalmaktadır . Bu çerçevede Suriye’de cereyan etmekte olan iç savaş her yönü ile Türkiye’yi yakından ilgilendirmekte , Türk devletinin bu ülkeye olan komşu konumundan bütün emperyalist devletler yararlanmak istemekte ve kendi emperyal planları doğrultusunda Türkiye’yi ve Türkleri savaş senaryoları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar . Bu doğrultu da ,son zamanlarda Türkiye’nin başlıca meselelerinden birisi haline gelen Suriye sorunun çözümü için, bu ülke ile ilgili olan bütün gerçeklerin ortaya konulması gerekmektedir .
ABD’nin Büyük Orta Doğu , İsrail’in Büyük İsrail , Avrupa Birliğinin ise Büyük Avrupa planları doğrultusunda merkezi coğrafya haritasının yeniden çizilmeye başlandığı yeni dönemde , önce Irak’ta işgal savaşı başlatılmış ve daha sonraları da Arap baharı provokasyonları sonrasında Suriye de iç savaş çıkartılmış ve Türkiye’nin güney sınırlarında yer alan bu iki komşu devlet yıkılmaya çalışılmıştır . Tarihin çeşitli dönemlerinde bazen aynı devletin çatısı içinde bulunan bu üç ülke zaman zaman da merkezi coğrafyanın jeopolitik konumu nedeniyle , karşıt devletler çatısı içinde yer alarak birbirleriyle savaşlara sürüklenmek zorunda kalmışlardır .Bazı dönemlerde merkezi alanın ortak kaderi bu üç ülkeyi benzer bir yöne doğru çekmiş , bazen da doğu-batı ya da kuzey-güney ekseninde gündeme gelen siyasal gelişmeler , orta dünya ülkelerini birbirine karşıt konumlara sürüklemiştir. Türkiye topraklarında tarih sahnesine Selçuklu ya da Osmanlı İmparatorluğu gibi ortaya çıkan devletler, genellikle güneye doğru genişleyerek Irak ve Suriye bölgelerini de kendi hegemonyaları altına alabilmişlerdir . Bazan da bu durumun tersi olmuş , Suriye’ de Şam merkezli olarak ortaya çıkan Emevi imparatorluğu ya da Irak’ta kurulan Bağdat merkezli Abbasi imparatorluğu kuzeye çıkarak Anadolu yarımadasında kendi hegemonya alanlarını yaratmak istemişlerdir . Dört halife dönemi sonrasında, önce Emevi devleti , daha sonra da Abbasi imparatorluğu kuzeye doğru yayılırken Anadolu topraklarında egemenlik aramışlardır .Her üç ülkenin tarihinde ortak dönemler ve yönler fazlasıyla çoktur . Bu gibi benzerlikler, bugün üç ayrı devlet olarak dünya haritasında yer alan bu merkezi alan ülkelerini tarihsel geçiş aşamalarında siyasal etkilenme sürecine itmiştir .Merkezi alanın tam ortasında yer alan bu üç ülkenin ortak geçmişi ,geleceğe dönük bir benzer yapılanma arayışını bugün de bölgeye dayatmaktadır . Günümüzde bu ülkelerin birbirleriyle etnik ve dinsel kavgalara sahne olmaları , geçmişten gelen siyasal birikimin doğal bir sonucudur .
Osmanlı İmparatorluğu üç yarımada üzerinde kurulu bulunan bir merkezi dünya devleti idi . Kuzey ve orta Asya’dan gelen Türkmen toplulukları Selçuklu İmparatorluğu döneminde , Azerbaycan üzerinden Irak ve Suriye’ye yerleşirlerken, aynı dönemde Anadolu yarımadası üzerine de giderek bu bölgeye de yerleşmişlerdir . Horasan bölgesini merkez tutan Selçuklular İran ile beraber Irak,Suriye ve Anadolu yarımadasını da yerleşerek buraları yeni yurtları haline getirmişlerdir . Arab yarımadasında yer alan Irak ve Suriye ülkeleri ile birlikte, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulu bulunduğu Anadolu yarımadası da Türklerin hegemonyası altına girmiştir . Selçuklu devleti Hazar bölgesinden gelen Türk boyları ile kurulurken , aynı dönemde Asya ve Avrupa’dan gelen akınlar fazlasıyla etkili olduğu için , Selçuklu İmparatorluğu çok fazla dayanamayarak parçalanmak zorunda kalmıştır . Selçukluların İran,Irak ve Suriye bölgelerinde etkinliklerini yitirmelerine rağmen Anadolu’da son olarak ayakta kalan Anadolu Selçuklu Devleti daha uzun bir süre direnerek Anadolu yarımadasının Türkleşmesini sağlamıştır . Anadolu Selçuklu devletinin de bir süre sonra yıkılmak zorunda kalması üzerine , bu yarımada da yaşayan Türk boyları bu kez Osmanlı devleti olarak ortaya çıkarak yeniden bir Türk hegemonyasını merkezi alanda geliştirmeye yönelmişlerdir . Türkler yeni imparatorluğun çatısı altında önce Anadolu yarımadasında egemenliklerini kurmuşlar, daha sonraki aşamada ise suyun karşı yakasına geçerek Balkan yarımadasına ayak basmışlardır .Uzun süren savaşlar sonucunda Avrupa kıtasının ortalarına kadar Balkan yarımadasını fetheden Türkler, merkezi coğrafyadaki ikinci yarımadayı da ele geçirmişlerdir . Balkanlar bölgesinin ele geçirilmesi , Osmanlı devletinin merkezi alanda güçlü bir devlet olarak yedi yüzyıl varlığını sürdürmesini sağlamıştır .
Osmanlı devletinin hegemonya kurduğu üçüncü yarımada Arap yarımadası olmuştur . Anadolu merkez haline gelirken ,Balkanlar hegemonyanın batı ucunu oluşturuyor ve imparatorluğun gücü daha sonraki aşamada güneye doğru uzanırken , Osmanlılar Arap yarımadasının tamamını ele geçirdikten sonra, bir de Afrika kıtasının kuzey bölgelerini de kendi otoritesi altına alarak dünyanın en büyük devleti haline geliyordu . Bugün Irak ve Suriye de devam etmekte olan iç savaşlarda , Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından kalan siyasal mirasın bölüşümü kavgası sürüp gitmektedir . Batı emperyalizmi tarafından kışkırtılan Arap baharı olayları Irak ve Suriye’yi iç savaşlar üzerinden yeni bir savaş dönemine sürüklerken , Balkan ve Arap yarımadaları üzerinde yer alan Anadolu yarımadası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceği tartışma alanına girmiştir . Avrupa kıtası üzerinde sürekli olarak batılı emperyalist güçler ile çekişmek ve savaşmak zorunda kalan Osmanlı devleti , Balkan yarımadası içinde yer alan küçük toplulukların Balkanizasyon adı altında dağılmaya doğru yönlendirilmesiyle önce dağılmaya başlamış ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı ile birlikte çökerek dünya haritasından çekilmiştir . Osmanlı imparatorluğunu meydana getiren üç büyük yarım adadan Balkan yarımadası yirminci yüzyılın başlarında ayaklanmalara sahne olunca , Osmanlı devleti bu yarımada üzerindeki hegemonyasını yeniden tesis edememiş ve üst üstü iki kez gündeme gelen Balkan savaşlarının yitirilmesiyle birlikte , üç kıta arasındaki Türk imparatorluğu olarak Osmanlı devletinin çöküş süreci başlamıştır . Üç yarım ada sonrasında Kuzey Afrika kıtasını da ele geçirmiş olan Osmanlı hegemonyası ,Akdenizi tıpkı Roma imparatorluğu döneminde olduğu gibi bir iç deniz haline getirmiştir . On dokuzuncu yüzyılın başlarında Yunanistan’ın Osmanlı imparatorluğundan koparak bağımsız devlet olmasıyla başlayan Balkanizasyon sürecinde,Balkan ülkeleri teker teker bağımsız devlet olmaya doğru yönlendirilerek ,merkezi alandaki Osmanlı hegemonyasına son verilmek istenmiştir . Balkan yarımadasının bütünüyle elden çıkmasına neden olan Balkanizasyon oluşumu bir imparatorluğu dağıtırken , Osmanlı yönetimini yeni arayışlara itmiş ve bu devletin Balkan yarımadası koptuktan sonra devam edebilmesi için farklı arayışlar kendiliğinden gündeme gelince zamanın Osmanlı padişahı Abdülhamit yeni bir devlet alternatifi arayışını öne çıkarmıştır .
Balkanların ayaklanması sonrasında Kafkasya bölgesinin de Rus Çarlığının işgali altına girmesi Osmanlı yönetimini hepten yok olmak gibi bir çıkmaz ile karşı karşıya bırakması üzerine zamanın imparatoru II.Abdülhamit , birinci yarımadanın elden çıkışı sonrasında geride kalan iki yarımadayı bir arada tutacak yeni bir devlet yapılanması arayışı içine girdiği görülmüştür . Anadolu ve Arap yarımadalarını bir arada tutabilecek yeni imparatorluk yapılanmasının merkezinin jeopolitik olarak iki yarımada arasında ve tam bir kesişme noktası üzerinde kurulması gerektiği için , iki yarımada üzerinde eskiden egemenlik kurmuş olan Emevi İmparatorluğu benzeri bir oluşuma gidilmesi, yeni bir alternatif olarak öne çıkınca ,Abdülhamit İstanbul’u bırakarak Şam’ı imparatorluğun merkezi yapmaya yönelmiştir . Üç kıtanın kesişme noktasındaki bir boğaz üzerinde uzanıp giden İstanbul’un orta dünya imparatorluğu alanında başkent olarak kalabilmesi için jeopolitik açıdan Balkan yarımadasının Osmanlı çatısı altından çıkmaması gerekiyordu . Balkanları kaybeden ve elinden çıkaran Osmanlı İmparatorluğunda İstanbul kenti merkezi konumunu yitiriyor ve Anadolu yarımadasının ucunda , Arap yarımadasına çok uzak bir mesafede kalıyordu . Rusya’nın Kafkasya bölgesini ele geçirdikten sonra tam Orta Doğu’ya doğru inmeye yönelmesi aşamasında ,Fransa’yı yanına alan Britanya İmparatorluğu Kıbrıs adasına gelip yerleşerek merkezi alanın hegemonyasını Müslüman olmayan bir emperyal güç olarak tesis ederken , orta dünyadaki İslam egemenliğini açıktan tehdit ediyordu . Kuzeyden gelen Hrıstıyan tehdidi olarak Rusya’nın önünün kesilebilmesi için , batı emperyalizminin o dönemdeki başlıca temsilcisi olan Britanya İmparatorluğu Kıbrıs’ı işgal ederek ve bu ada üzerinden merkezi coğrafyaya yayılarak, orta dünyadaki Türk ve Müslüman hegemonyasını tehdit ediyordu .
Avrupa kıtasında Fransız devrimi sonrasında devletler ulusal yapılanmaya dönüşürken ,devletsiz kalan Yahudiler Budapeşte merkezli geliştirdikleri Siyonizm akımı doğrultusunda kendilerine bir yurt ararken, I898 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanarak örgütledikleri ilk Siyonist kongre de Filistin’i Yahudilerin anayurdu ilan ederek , Avrupalı Hrıstıyanların ele geçirmeye yöneldikleri merkezi coğrafyanın tam ortasında, bu kez tarihte iki kez kurulmuş olan Yahudi devletinin devamı olarak bir üçüncü Siyonist devleti Filistin topraklarında ilan etmeye hazırlanıyorlardı . Thedor Herzl gibi bir Macar yahudisinin öncülüğünde örgütlenen Yahudi devleti girişimini temsil eden bir heyet , Osmanlı padişahı Abdülhamit’i ziyaret ederek Filistin topraklarını İsrail’i kurmak için istemişler ama padişahın bunu red ederek o topraklarda bütün Osmanlı tebasının hakkı olduğunu ileri sürmesi üzerine , Siyonist örgütün ikinci heyeti yeniden Abdülhamit’i ziyaret ederek Filistin’i vermiyorsa Kıbrıs adasını Yahudi krallığı kurulabilmesi için Siyonistlere teslim edilmesini talep etmişdir . Ruslar Kafkaslardan Orta Doğu’ya doğru inerken , Akdeniz üzerinden bölgeye giren İngiltere ve Fransa Balkan ülkelerini ayaklandırarak Osmanlı İmparatorluğundan kopmaya doğru sürüklerken , Avrupa kıtasından Vatikan öncülüğünde kovulan Yahudiler de Orta Doğu’ya gelerek kendi devletlerini kendi din kitaplarında yazılı bulunan kutsal topraklar da kurmaya yönelmeleri üzerine , üç cephe de birden aynı dönemde savaşmak zorunda kalan Abdülhamit , imparatorluğu dağılmaktan kurtarmak üzere Balkanlar’da etkisini yitirmiş olan Osmanlı devletini n merkezini İstanbul kentinden çıkartarak Şam kentine taşımaya yöneliyordu . Osmanlı devletinin çöküş sürecinde 33 yıl gibi uzun bir süre imparatorluk koltuğunda oturan Abdülhamit ,her türlü saldırı ve işgal girişimi ile mücadele ederken , Osmanlı devletini geleceğe dönük olarak yeniden kurmaya yöneliyordu. Bu yönü ile bir İslam imparatoru olmasına rağmen çağdaş bir devlet adamı kimliğini ortaya koyan Abdülhamit ,bir çok alanda reformlara ve benzeri yeniliklere yönelerek , batının gelişmiş ülkeleri ile devletlerarası rekabete girmek için çaba harcıyor ve güçlenen Avrupa emperyalizmi ile baş edebilmek için benzeri reformların Osmanlı devletinde yapılmasını istiyordu.
. Abdülhamit zamanına kadar Osmanlı yönetimi Balkanlardaki Yahudi nüfusun baskı ve yönlendirmeleriyle , Avrupa’nın Hrıstıyan yapılanmasına karşı emperyal bir denge unsuru olarak devreye giriyor ve Hrıstıyan saldırılarına karşı güçlü bir doğu devleti olarak varlığını sürdürebilmek üzere, bütün yatırımlarını Balkan yarımadasına doğru yapıyordu . Roma İmparatorluğu sonrasında ortaya çıkan Hrıstıyan –Yahudi kavgasının önce İsrail’i yıkması , daha sonraki aşamada da iki bin yıl boyunca Avrupa kıtasını din savaşları ile bir çok kanlı olaya sürüklemesi üzerine , hem Hrıstıyanlar hem de Yahudiler güçlerini artırmak üzere , Avrupa kıtasının yanıbaşındaki merkezi alan topraklarına yöneliyorlar ve bu bölgede kurulu bulunan merkezi imparatorluk olarak Osmanlı devletinin varlığını tehdit ediyorlardı . Balkan ülkelerinin büyük çoğunluğunun Hrıstıyan olması ve Endülüs sonrasında Balkan yarımadasına büyük miktarda Yahudi göçleri olması nedeniyle , aslında Anadolu toprakları üzerinden Asya kıtasında kurulmuş olan Osmanlı devleti ,Hrıstıyan-Yahudi çekişmesi yüzünden Balkanları ana ülkesi yapıyordu.Budurumda Anadolu yarımadası geride kalıyor ve sürekli olarak bir arka ülke muamelesi görüyordu . Arap yarımadası ise, iyice uzakta kaldığı için bu bölgeye ara sıra askeri seferler düzenleniyor ama kalıcı hiçbir yatırım yapılamıyordu . Anadolu bu durumda hiçbir yatırım yapılmayan boş bir alan olarak arka ülke konumunda yüzyıllarca geride kalarak varlığını sürdürüyordu . Osmanlı devleti Avrupa kıtasındaki Hrıstıyan-Yahudi çekişmesinde, Vatikan komutasındaki Hrıstıyan yapılanmasının Avrupa’daki Yahudi varlığını yok etmesini önlemek üzere hem sürekli olarak savaşıyor, hem de devlet yatırımlarını Balkanlara yaparak Avrupa kıtası üzerinde güç kazanmaya öncelik veriyordu . Bugün Balkanlar bölgesi gezildiğinde fazlasıyla Osmanlı eseri görülmesine rağmen ,Anadolu toprakları üzerinde benzeri bir durum görülmemekte, aksine Bizans ve Selçuklu eserlerine Anadolu yarımadasında daha fazla rastlanılmaktadır .
Abdülhamit ,Osmanlı başkentini Balkanların yanıbaşındaki İstanbul’dan Orta Doğu’nun merkezi kentlerinden Şam’a taşımaya karar verirken ,geride kalan iki yarımadayı bir arada tutabilmek üzere Anadolu yarımadasına yönelik önemli devlet yatırımlarını öne çıkarıyordu . Sahil kentlerinde önemli limanlar , bu limanlar ile bağlantılı kara ve demiryolları , Anadolunun batısından doğusuna kadar uzanan kara yolları boyunca telgraf direkleri Abdülhamit döneminde yapılarak , Osmanlının arka ülkesi konumundaki Anadolu yarımadası ön ülke konumuna getiriliyordu .İki Müslüman yarımadayı bir araya getirerek ,Hrıstıyan Avrupa emperyalizmi ile Yahudilerin dünya hegemonyası planları doğrultusunda geliştirilen Siyonizme karşı çıkan Abdülhamit , Anadolu bölgesine yapılan yatırımlar ile Küçük Asya denilen bu bölgeyi dünyaya açıyor ve Balkanlar elden çıkarken , Anadolu üzerinden Arap yarımadası üzerinde yeniden bir hegemonya tesis ederek , Osmanlı devletini değişen koşullarda yaşatmaya çalışıyordu . Jeopolitik ve stratejiyi iyi bilen bir padişah olan Abdülhamit dünya kavgasının doğuya doğru kaydığını görüyor ve bu nedenle Balkanların elden çıktığını fark ederek bütün Asya kıtasına yönelik bir strateji izleyerek, küçük Asya topraklarında modernleşme doğrultusunda önlemlerini alıyordu .Emevi İmparatorluğunun başkenti olan Şam’ı yeniden başkent olarak öne çıkartmak isteyen Abdülhamit ,bu planı doğrultusunda Berlin-Bağdat demiryolu projesini devreye sokarken , Alman devletinin gücünü İngiltere , Fransa ve Rus devletlerine karşı kullanmaya çalışıyordu . Siyonizmin Macaristan merkezli devreye girmesinden sonra , Balkan Yahudilerinin Siyonizme doğru kayma göstermesi üzerine Abdülhamit aynı zaman İslam halifesi olduğu için , bir halife olarak İslamın yeniden güçlü bir biçimde örgütlenmesini gündeme getiriyor ve bu yüzden de Osmanlı ülkesinde yaşayan gayrimüslim ve lövanten kesimlerin çok büyük tepkilerini çekerek iktidarını tehlikeye atıyordu . Balkanlardaki Hrıstıyan nüfusun Vatikan ile işbirliği yapması üzerine Abdülhamit bir İslam halifesi olarak İslamın güçlendirilmesine çalışıyor ve eski Emevi devletinin başkenti olan Şam kentinde Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurmaya hazırlanıyordu .
Balkan ülkeleri teker teker Osmanlı imparatorluğundan koparken , Balkanlardaki son Osmanlı merkezlerinden birisi olan ve daha sonraki aşamada bir Yunan kenti haline gelen Selanik kenti sahip olduğu Balkan ve Avrupa birikimi ile tam bu aşamada devreye girerek , Abdülhamit’in Osmanlı devletini bütünüyle tam bir İslam devletine dönüştürme planlarına karşı çıkıyordu , Abdülhamit İstanbul’daki başkenti Şam’a taşımadan önce Selanik kentinde gayrimüslüm unsurların ve batıcı bazı gizli ve kapalı derneklerin öncülüğü ile bir ordu hazırlanarak Selanik’ten İstanbul’a gönderiliyordu . İngiltere’nin yakın ilgisiyle örgütlenen bu girişimin devreye girebilmesi amacıyla İstanbul kentinin tam ortasında bir İslamcı görünümlü bir isyan hareketi ,İngiliz istihbarat örgütünün gizli düzenlemeleriyle ortaya çıkarılıyor ve bu ayaklanma hareketi bahane edilerek , Selanik’te örgütlenen yeni bir ordu yapılanması İstanbul’a gönderilerek , Osmanlı devletinin başkentinin Şam’a taşınması planının önü kesiliyordu . Balkanlar olmadan İstanbul’un başkent olamayacağını iyi bilen Abdülhamit ,başkenti Şam’a taşımak için yeni plan ve projeleri devreye sokarken , Selanik’te toplanan Osmanlı devletinden arta kalan eski Osmanlı gayrimüslimleri kendi geleceklerini sağlama alabilmek için öne geçiyorlar ve bu doğrultuda Abdülhamit’in yeni Şam devletini önlemek doğrultusunda ,hem İngiltere ve Vatikan ile hem de İsrail’i kurmak üzere yola çıkmış olan Siyonist lobilerle işbirliği yapıyorlardı .İstanbul’da tezgahlanan ayaklanmayı bahane ederek bu kente gelen Hareket ordusu duruma müdahale ettikten sonra , Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün gayrimüslim unsurları temsil eden beş kişilik heyet batı dünyasından aldığı desteklerle ,Osmanlı devletinin en güçlü padişahı olan Abdülhamit’i tahttan indirerek Selanik kentinde hapse mahkum ediyordu . Balkan kökenli İttihat ve Terakki yönetimi ,kendi içindeki gayrimüslim unsurlar yüzünden böylesine bir emperyal manevrayı önce seyirci kalmaya tercih ediyor ama devletin çöküşünün hızlanması üzerine Abdülhamit’in haklılığı anlaşılınca , bir ay sonra Abdülhamit’i yeniden tahta geçirmeye çalışıyor ama içeride örgütlenmiş olan batılı istihbarat servisleri böylesine karşı bir manevraya izin vermeyerek Abdülhamit’i devre dışı bırakıyorlardı .
Abdülhamit’in tahttan indirilişi bir anlamda Osmanlı devletinin sonu olmuş ve imparatorluğu yeniden kurmaya yönelmiş olan Abdülhamit’in devre dışı kalmasıyla birlikte , Şam merkezli iki yarımada imparatorluğu oluşturma projesi geride kalmıştır . Abdülhamit tıpkı Emevi İmparatorluğu gibi, yeni bir Osmanlı İmparatorluğunun Orta Doğu bölgesinde tesis edilebileceğini bütün dünyaya göstermek isterken , batı emperyalizmi destekli Osmanlı gayrimüslimleri buna izin vermeyerek Abdülhamit’in önünü kesmişler ve böylece gayrimüslim yapılanmaların Osmanlı devleti sonrasında Orta Doğu bölgesinde gerçekleştirilmesinin önünü açmışlardır . İngiliz-Fransız işbirliğine karşı Alman devleti ile ortaklığa giderek Bağdat demiryolunun yapılmasını Abdülhamit örgütlemiştir . Ne var ki , tam Bağdat demiryolu inşaatının bittiği günlerde ve Alman ordusunun tren yolu aracılığı ile Bağdat’a gelmesinin sağlanacağı noktada ,Abdülhamit tahttan indirilerek Şam merkezli yeni Osmanlı devleti projesi devre dışı bırakılmıştır . Bu durumdan Siyonistler de yararlanmasını bilmişler , Abdülhamit sonrasında hem Filistin’e Yahudi göçü daha da hızlanmış , hem de Siyon katır birlikleri hem Suriye’de hem de Çanakkale de savaşarak Orta Doğu’nun geleceğinde Siyonistlerin de bulunacağı mesajını dünya kamuoyuna yansıtmışlardır. İngilizlerin işgali altındaki Kıbrıs adasında bir Yahudi krallığı kuramayan Siyonistler , Basel kararları doğrultusunda Filistin’de üçüncü kez bir İsrail devletinin kurulabilmesi için yoğun lobi çalışmaları ile uluslar arası alanda etkili olmuşlardır . Bunun sonucunda , Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulamayan Yahudi devleti ancak ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan ordusunun Orta Doğu’ya gelmesi üzerine kurulabilmiştir .Abdülhamit’in Şam devleti kurulabilseydi hiçbir biçimde gündeme gelemeyecek olan üçüncü İsrail projesi , Abdülhamit’in tahttan indirilmesi sonrasında gerçekleştirilebilmiştir .
Abdülhamit’iin tahttan indirilmesini Balkan gayrimüslimleri aracılığı ile örgütleyen İngiltere ,Abdülhamit sonrasında Anadolu ve Arap yarımadalarında gizli servislerini yoğun bir biçimde çalıştırarak , Anadolu yarımadası üzerinde Türkçülük akımını , Arap yarımadası üzerinde de Arapçılık akımını örgütleyerek , iki yarımadanın birbirinden ayrı bir kimlik doğrultusunda geleceğe dönük yeni bir siyasal yapılanmaya doğru yönlendirilmesini sağlamıştır . Arap ülkelerindeki şeyhleri ve aşiretleri Osmanlı devletine karşı kışkırtarak bir anlamda Arap milliyetçiliğinin öncülüğünü yapan İngiltere , benzeri bir biçimde , hiçbir ideolojisi olmadan Osmanlı topraklarını savunmak üzere kurulmuş olan İttihat ve Terakki cemiyetini de Türkçülük ideolojisine yönlendirerek , geride kalan Osmanlı toprakları üzerinde İslam üzerinden bir birlikteliğin önüne geçme doğrultusunda , Anadolu ve Arap yarımadalarının birbirinden uzaklaşmalarını sağlamıştır . Böylece bölünmüş ve parçalara ayrılmış bir Orta Doğu coğrafyasını Osmanlı imparatorluğu sonrasında on ayrı devlete bölmek kolay olmuş , Türk ve Arap milliyetçiliği doğrultusunda iki yarımada birbirinden uzaklaştırılırken , İngilizler ile Fransızlar kendi çıkarları doğrultusunda bir harita çizerek merkezi alanın yeni patronları olmuşlardır . Bu durum ikinci dünya savaşına kadar devam etmiş ama ABD’nin bölgeye bir süper güç olarak gelmesiyle ve İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte , merkezi alanda hegemonya ABD-İsrail ikilisinin eline geçmiştir . ABD’nin yönetiminde Siyonist lobilerin etkin olması nedeniyle Siyonizm, ikinci dünya savaşı sonrası dönemin orta dünyadaki önde gelen gücü haline gelmiştir . Siyonistler Abdülhamit’in tahttan indirilmesini gerçekleştirdikten sonra , üçüncü İsrail projesini gerçekleştirmişler ve bugünkü aşamada Büyük İsrail imparatorluğunu kurmak üzere Suriye’de dıştan güdümlü bir iç savaşı örgütleyerek Şam kentinin önüne gelmişlerdir . Abdülhamit’in yeni Osmanlı başkenti yapamadığı Şam kentinin bugün Siyonistlerin yeni merkezi konumuna getirilmesi söz konusudur .
Sovyetler Birliğinin dağıtılması sonrasında gündeme getirilen küreselleşme döneminde kuzeyden gelen emperyal güç olan Rusya’yı bölgeden çıkarmak , İran’ın Şii emperyalizminin önüne geçmek ve bir doğu gücü olarak Çin’in merkezi alana girmesini önleme doğrultusunda körfez savaşları ile başlatılan savaş döneminde çatışmalar Irak üzerinden bölgeye yayılmış , Arap baharı kışkırtmaları ile bütün İslam ülkeleri ve merkezi coğrafya tehdit altına alınmış ve Irak’ın çökertilmesinden sonra sıra Suriye’nin parçalanmasına gelmiştir . Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasından sonra merkezi alanda meydana gelen otorite boşluğu, bir süre Sovyetler Birliği ile dengelenmeye çalışılmış ama bu büyük doğu blokunun dağılmasından sonra yeniden orta dünyada otorite boşluğu kendiliğinden gündeme gelince , Amerika Birleşik Devletleri bu kez orduları ile gelerek bölgede İsrail’in güvenliği ve şirketlerinin petrol çıkarları doğrultusunda savaşmaya başlamıştır . ABD ordularının on yıl süre ile İsrail için Orta Doğu da savaşması üzerine , Amerika Birleşik Devletleri süper güç olma şansını elinden kaçırmıştır . Siyonist lobiler ABD’yi Orta Doğu bölgesine kilitleyince , Avrupa,Afrika ve Latin Amerika kıtalarındaki ABD hegemonyası sarsılmış , Rusya,Çin,Hindistan ve Brezilya gibi büyük ülkeler yeni süper güçler olarak, dünya siyaset sahnesindeki yerlerini almışlardır . Osmanlı gibi Sovyetlerin de haritadan çekilmesiyle batılı emperyalist güçler ile Siyonist lobiler Orta Doğu bölgesinde karşı karşıya gelmişlerdir . Bu durumun sonucunda ,ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail’in kurulması üzerine merkezi bölge sürekli bir savaş alanına dönüşmüştür . Abdülhamit’in Şam devleti projesi gerçekleştirilseydi hiçbir zaman görülemeyecek bazı siyasal gelişmeler, Abdülhamit ve Osmanlı devleti sonrası dönemde birbiri ardı sıra bölgede gündeme gelen sıcak olaylar aracılığı ile gerçekleşme aşamasına gelmiştir . Emperyalizmi ve Siyonizmi yakından izleyen Abdülhamit ,bunların önüne geçmek istemiş ama o günün koşullarında emperyalist dış güçler ile ortaklığa giren mandacı iç güçler yüzünden tahtını koruyamamıştır .Bunun sonucunda hem Bağdat hem de Şam gibi devlet merkezleri emperyal savaşlar ile yıkılmıştır .
Suriye iç savaşı bugünlerde bütün şiddeti ile sürüp giderken ,Orta Doğu planları çatışmakta ve bu yüzden de bir türlü merkezi alanda kamu düzeni ve güvenliği tesis edilememektedir . Zamanın getirdiği değişimi iyi gören Abdülhamit Osmanlı devletinin geleceğe dönük güvenliğini Anadolu ve Arap yarımadalarının Şam kenti merkezli bir yeni yapılanmaya yönlendirilmesiyle sağlanabileceğini herkesten önce görerek önlemlerini alınca , İngiliz emperyalizminin manevraları ile karşı karşıya kalmıştır . Kıbrıs’ı işgal eden İngilizler bu ada üzerinden bütün bölgeye yayılarak Osmanlı devletinin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirecek planlı adımları atmışlardır .İngilizler bin kilometrelik uzun bir sınır çizerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmişler , Arap yarımadasında da petrol şirketlerinin istekleri doğrultusunda sınırları çizmişlerdir . Abdülhamit’in iki yarımada üzerinde yeni Osmanlı devleti oluşturma planını önleyen İngilizler , İttihatçıları Türkçü yaparak Anadolu yarımadasına yönlendirmiş Arap şeyhlerine de yeni devletler kurarak Arap yarımadasından Osmanlıların geri çekilmesini sağlamışlardır . Arap yarım adası dörde bölünürken , körfezdeki şeyhliklere bağımsızlık verilerek bunlar yedi kız kardeş adı verilen petrol şirketleri ile evlendirilmişlerdir . Yedi petrol şirketinden birisi ile anlaşan körfez şeyhlikleri bağımsız devlet olarak tanınmış ve petrol istasyonu görünümünde bir çok devletçik kurularak , petrol şirketlerinin çıkarları en üst düzeyde gerçekleştirilmiştir . Soğuk savaş yıllarında İngiltere’nin patronluğunda yeni Orta Doğu düzeni yirminci yüzyılın sonlarına doğru devam etmiş ama İsrail’in kurulmasıyla devreye giren Büyük İsrail projesi yüzünden her şey alt üst olmuştur . ABD ile ortak hareket eden İsrail , İngiliz ve Fransızların kurmuş olduğu Orta Doğu düzenini kendi çıkarları için değiştirmek istediğinden , küreselleşme aşamasında Orta Doğu savaşları öne çıkmıştır.
Orta Doğu savaşlarının son aşamasında ,Hrıstıyanlık açısından kutsal bir ülke olarak kabül edilen Suriye iç savaşı giderek tırmanma ve bölgeye yayılma aşamasına gelmiştir . Romalıların merkezi alanı işgali sırasında ortaya çıkan Hrıstıyanlık ,önce Suriye ‘de yayıldığı için bütün Hrıstıyan dünyası bu ülkeyi din açısından kutsal bir yer olarak görmekte ve bu yüzden Suriye’de yeni bir İslam ya da Musevi hegemonyası istememektedir .Bu nedenle , Vatikan savaşa karşı ısrar edince hiç bir Hrıstıyan devlet Suriye iç savaşına müdahale etmemiştir . Ne var ki , İsrail’in öncülüğündeki Siyonist lobiler sürekli olarak Amerika üzerinden katı dinci terör örgütleri kurdurarak , Suriye’yi hiçbir biçimde Hrıstıyanlara bırakılmayacak derecede çökertmenin yollarını ararken , Abdülhamit’in başkent yapamadığı Şam kenti ,yeni dönemde kendisini Irak-Şam İslam devleti olarak tanıtan bir terör örgütünün hedefi konumuna gelmiştir . Irak-Şam İslam devleti adıyla ortaya çıkan bir terör örgütü şimdiye kadar gerçekleştirdiği saldırılar ile , Irak ile birlikte Suriye devletini de çökertirken , Şam’ı ele geçirerek İslam dünyasının merkezi yapacağını ileri süren bu terör örgütü ,Şam ile birlikte Suriye devletinin de yıkıma doğru sürüklenmesine giden vahşi bir savaşı bölgede tırmandırmaktadır . Abdülhamit’e Şam kentini bırakmayan gayrimüslim kesimler , var olan siyasal düzeni yıkmakta bu yeni terör örgütünü kullanmakta ama Şam kentini de yavaş yavaş İsrail işgaline hazırlamaktadırlar . Türkiye’yi Suriye savaşına çekerek Arap ve İslam dünyasına karşı kullanabilmenin çabası içinde olan ABD-İsrail ikilisi ,Suriye devletini kesin olarak parçalama doğrultusunda Halep kentini Türklere bırakır görünerek , Türkiye’nin gücünden Araplara ve İslam dünyasına karşı yararlanabilmenin yollarını aramaktadırlar . İngilizlerin Araplar ile Türkler arasına bin kilometrelik bir sınır çizmesinden memnun kalmayan ABD-İsrail ikilisi , Türkler ile Araplar arasına yeni bir ulus devleti tampon bir mekanizma olarak yerleştirme doğrultusunda Kürt asıllı toplulukları emperyalist bir plan doğrultusunda devletleştirerek bölge devletlerine karşı kullanmaya çalışmaktadırlar .İran ve Türkiye’ye karşı bir tampon mekanizma oluşturacak böylesine yeni bir devletin temelleri Kuzey Irak’ta atıldıktan sonra , bölgedeki petrolün Akdeniz’e akmasına sağlayacak bir koridor açılmaya çalışılmakta ve bu doğrultuda Kuzey Irak’tan sonra bir de Kuzey Suriye meselesi çıkartılarak , merkezi coğrafya haritası ABD-İsrail ikilisinin çıkarları doğrultusunda yeniden çizilmeye çalışılmaktadır .
Orta Doğu yeniden yapılanmaya doğru zorlanırken , Bizans döneminden kalma bir adlandırma ile Doğu Akdeniz bölgesi Levant olarak yeniden düzenlenmeye çalışılmakta , Akdeniz’in batısında yer alan emperyal Hrıstıyan devletler dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz’de yeni bir yapılanmaya giderken , Doğu Akdeniz’in merkezi konumundaki Suriye’yi geleceğin Levant yapılanmasının bir parçası olarak görmektedirler . Suriye’nin başkenti olan Şam kenti Bizans döneminde merkezi bir konuma sahipken , sonraki aşamada İslamiyet’in çıkışı ile birlikte Emevi İmparatorluğuna da başkentlik yapmıştır .İspanya’da bir Müslüman devlet olarak Endülüs kurulurken , Emevi devletinin merkezi olan Şam kenti, bu konuda Endülüs devletine fazlasıyla yardımcı olmuştur . Avrupa’daki Hrıstıyan-Yahudi çekişmesinin Orta Doğu’ya doğru taşınması aşamasında , Şam kentini merkeze alarak Osmanlı devletinin , Türklerin ve Müslümanların çıkarlarını korumak isteyen Abdülhamit’in , böylesine bir savunma projesini gündeme getirmekte, ne kadar haklı olduğu sonraki olayların gelişimi ile kanıtlanmıştır. Tarih boyunca Hrıstıyanlarla kavga eden ya da çekişen Musevi gruplar, İslamın ortaya çıkışı sonrasında bu tek tanrılı dini Hrıstıyanlara karşı kullanabilmenin arayışı içinde olmuşlardır . İspanya yarımadasındaki Endülüs devletinin Hrıstıyan devlet ve topluluklar ile süren savaşlarla dolu olan yedi asırlık tarihi bu açıdan ilginç örnekler taşımaktadır . Aynı doğrultudaki siyasal gelişmelere Osmanlı tarihinde de rastlamak mümkündür .Osmanlı gücünü Tanrının kılıcı olarak Avrupa’daki Hrıstıyan hegemonyasına karşı destekleyen Musevi topluluklar , bugün Hrıstıyanların Orta doğu’ya girmesinin önlenebilmesi doğrultusunda gene işbirlikçi ve mandacı Müslüman kesimleri kullanmaya çalışmaktadırlar .
Abdülhamit’in Yeni Osmanlı İmparatorluğuna başkent yapamadığı Şam kenti , Orta Doğu’da son dönemde sürüp giden savaşlar doğrultusunda Büyük İsrail’in mi , yoksa Lövanten kesimlerin Hrıstıyan devletlerin desteği ile gerçekleştirmeye çalıştıkları Lavant Federasyonunun mu başkenti olacağı daha belli olmamıştır . Bu arada , ABD-İsrail ikilisinin Avrupa Birliği , Rusya Federasyonu ve Büyük Alman Birliği girişimlerine karşı İsrail-Fransa işbirliği ile yavaş yavaş gündeme getirilmeye çalışılan Akdeniz Birliği’ne mi Şam’ın başkent olabileceği de tartışma alanına girmiştir . Bölünecek Türkiye’den gelecekte ortaya çıkabilecek Trakya ,İyonya ,Likya ve Klikya gibi eski Bizans eyaletlerinin yeniden özerk ve bağımsız bir yönde gündeme getirilmesiyle birlikte Akdeniz Birliği’nin doğu bölgesi örgütlenmesinin tamamlanabileceği düşünülmektedir . Bugün Suriye de devam etmekte olan savaşın uzayıp gitmesinin arkasında geleceğin jeopolitik yapılanmasının hesaplaşması bulunmaktadır . İsrail’in son zamanlarda Lübnan’a yönelik bir harekata hazırlanması ve bu ülkeyi kendisine bağladıktan sonra Şam kentine yönelik bir askeri harekata kalkışması, kutsal kitaplarda yer alan Armegeddon senaryoları ile açıklanmaya çalışılırken , bu kutsal savaşın cereyan edeceği yer olarak Suriye’deki Megiddo ovası adres olarak gösterilmektedir . Suriye savaşı tırmandırılırken Şam kentinin geleceği giderek belirsizleşmekte , böylesine bir kaos ortamı planlı olarak yaratılırken , var olan savaş düzeninin bir büyük üçüncü dünya savaşına dönüştürülebilmesi için Neo-con lobiler ,silah ve petrol şirketleri tarafından desteklenen Irak- Şam İslam devleti yapılanması Suriye’yi iyice yaşanmaz bir ülke haline sürüklemektedir .Bu durumda , Türkiye böylesine emperyal ve Siyonist bir savaştan kendisini korumak üzere kesinlikle uzak durmak zorundadır . Türkiye’yi böylesine bir savaşa sürükleyen emperyal baskılara karşı, Türk devleti komşu devletler ile bir araya gelerek yeni bir savunma yapılanmasına yönelmek zorundadır. Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün öne sürdüğü gibi, Irak ve Suriye devletleri ile halkları ancak kendi kurtuluşlarını sağladıktan sonra, Türkiye ile bir bölgesel güvenlik ve işbirliği ittifakına giderek, siyasal birlik düzeni oluşturabilirler.

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Prof. Dr. Anıl Çeçen "Küreselleşme bitti, millet imparatorlukları geliyor" Yazarımız Kaya Ataberk ve Prof. Dr. Anıl Çeçen

Prof. Dr. Anıl Çeçen
Küreselleşme bitti, millet imparatorlukları geliyor
Yazarımız Kaya Ataberk ve Prof. Dr. Anıl Çeçen

Küreselleşme süreci durmuştur

TÜRKSOLU: Dünyadaki son stratejik gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Dünya nereye gidiyor?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN Putin’in Rus ordularına Kırım’ı işgal için verdiği emirle küreselleşme süreci durmuştur. O aşamaya kadar bir küresel dünya süreci zorlanmaktaydı. AB ve ABD ortak hareket ederek bu düzeni Batı merkezli olarak kurmaya çalışıyorlardı. Putin’in buna karşı çıkan tavrı en son noktada sınırları değiştirecek bir aşamaya ulaşınca bu sürecin bittiğini söyleyebiliriz.

TÜRKSOLU: Peki bundan sonra ne olacak?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: Putin’in Batıya meydan okumasıyla Batıda bir Rusya karşıtlığının ortaya çıkması durumunda artık “Yeni bir Soğuk Savaş dönemi mi?” sorusu gündeme geldi. Ben bunu Soğuk Savaş olarak görmüyorum. Artık ABD ile Rusya arasında çok ciddi bir paslaşma var. Bu aşamada Rusya’nın öne çıkmasıyla beraber küreselleşme sonrası (post global period) dönem başladı. Bu dönemde karşımızda üç yeni süreç var: Birincisi bölgeselleşme. İkincisi ayakta kalan ulus devletlerin küreselleşme döneminde kaybettiklerini geri alarak yeniden güçlenmesi. Üçüncüsü ise büyük ulus devletlerin büyüklüklerini kullanarak milli yapıyı öne çıkaran millet imparatorluklarına yönelmeleri.

Küreselleşme sonrasında girilen yeni dönemde Rusya bir milli devlettir ama bir imparatorluğa doğru yönelmektedir. Çin, Hindistan ve Brezilya da çok büyük, imparatorluk boyutunda alanlara sahipler ama milli devlet yapılarını korumaktalar. İngiltere ve Fransa da sömürge imparatorluklarına yöneliyorlar. ABD ise hem imparatorluk hem de milli devlet konumunda. Bu durum çok kutuplu bir dünyayı gündeme getirmektedir. Bunun içinde de sekiz millet imparatorluğu ortaya çıkıyor: Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya. Fransa sömürgelerine geri dönüyor. Almanya da AB üzerinden kendi hinterlandı olan Orta ve Doğu Avrupa’ya yöneliyor.

Böyle bir noktada geriye iki yapı kalmaktadır. Birincisi; Bangladeş’ten Fas’a kadar uzanan İslam coğrafyasındaki otuzdan fazla devlete bölünmüş olan Arap dünyasıdır. İkincisi; yirmiden fazla devlete bölünmüş olan Türk dünyasıdır. Türk dünyasının yirmi iki devletinin sekiz tanesi Rusya Federasyonu’nun içinde. Beş tanesi Avrupa’da… Kalanlar da Orta Asya’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da. Bunların toplamı da bir büyük varlık olarak ortaya çıkmakta. Önümüzdeki dönemde ABD, Rusya, Almanya, Çin, Hint, Brezilya merkezli millet imparatorlukları ortaya çıkacaksa bu milletlerin küreselleşme sonrası dönemde başlayan yarışması bu iki dağınık milleti de bir araya getirecektir.

Ortadoğu ve Hazar havzasında Türk birliği – Arap birliği çekişmesi

TÜRKSOLU: Bu birleşme nasıl olur? Neler getirir?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: Araplar ve Türkler, Ortadoğu’da yan yana yaşamaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge Arap ve Türk dünyalarının kesişme noktasıdır. Biliyorsunuz Arap Birliği örgütü ile Araplar birliğe yönelmiştir. Türkler de Nahcivan’da Türk Konseyi adıyla bir süreç başlattılar. Türk Konseyi her yıl toplantılar yapan, fiili yapıdan hukuki yapıya dönüşen bir süreçtedir. Önümüzdeki dönemde Konsey bir Türk birliğine yönelebilir. Bu birliğe Rusya içinde federal cumhuriyet olarak yer alan Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan gibi ülkelere de ilgi göstermektedirler. Önümüzdeki dönemin çekişme alanı olacak Ortadoğu ve Hazar havzasında Türk birliği – Arap birliği çekişmesi yaşanırken bunu önlemek üzere Batı emperyalizmi bu coğrafyaya dini öne çıkararak yaklaşacaktır.

Bu coğrafyada din ilk olarak SSCB’ye karşı Yeşil Kuşak ile kullanıldı. Daha sonra Ilımlı İslam’la Türkiye üzerinden Büyük İsrail’in önü açılmaya çalışıldı. Yeni dönemde ise Türk birliğini ve Arap birliğini önlemek üzere bir İslam birliği gündeme getirilmektedir. Türklerin ve Arapların bunun üzerinde düşünmeleri gerekmektedir.

İran merkezli bir Şii birliği de ön plana çıkabilir

Yine bu coğrafyada İran gibi büyük bir devletin varlığının da dikkate almalıyız. İran devlet politikasını İslam üzerine oturtmaktadır. İran ise İslam birliğini kendi Şii yapısını merkeze alarak istemektedir. Lübnan’da, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Bahreyn’de, Tacikistan’da çok büyük bir Şii nüfus vardır. Bu nedenle Arap birliği ve Türk birliğinin engellenmesi noktasında İran merkezli bir Şii birliği de ön plana çıkabilir.

Küreselleşme döneminin beş büyük projesi vardı: Bunların birincisi küresel dünya ekonomisiydi ama kurulamadı. ABD artık yürütememektedir. AB yoluna devam edememektedir. BOP sürdürülememektedir. Avrasya ve Brüksel projeleri de iflas etmiştir. Türkler, Araplar ve Müslümanlar ise eski ülkelerinde yaşamaya devam etmekteler. Bu projelerin yürümemesini gerçekçi bir bakış açısıyla yeniden değerlendirmek gerekmektedir. BOP ve Büyük İsrail Projeleri kapsamında gündeme gelen Kürdistan giderek Irak’tan temizlenmeye başlamıştır. IŞİD’in Musul üzerinden başlattığı hareket Kuzey Irak’taki bütün yatırımcıları kaçırmaktadır.

ABD – İsrail işbirliği ile gündeme getirilen Kürdistan, bölge devletlerini parçalama kozu iken IŞİD’le beraber gelen yeni dönemde Irak’ın toparlanarak merkezi bir yapılanmaya yönelebileceği tahmin edilebilir. Bu merkezi toparlanma da Kuzey Irak’taki bölücü yapıyı ortadan kaldırmaya yönelecektir. Bunlar basına da yansımaktadır.

Bu küreselleşme sonrası dönemde güçlü ulus devletlerin daha da güçleneceği, zayıfların ise Irak ve Suriye gibi iç çekişmelere sahne olacağı bir dönem başlatacağı kanaatindeyim.

TÜRKSOLU: Peki, bu süreç Türkiye’ye nasıl yansır?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: AB süreci geriledi. Türkiye tüm olayları farklı bir noktada değerlendiriyor. Irak ve Suriye gelişmelerinin etkisi giderek zayıflıyor. Geçen hafta yapılan bir toplantıda siyasi işlerle uğraşan bir vakıf, Türkiye’nin yönünü tartıştı. Dini cemaatlerin Türkiye’nin yönünü ele almaya başladıkları noktada küresel güçler Türkiye’nin geleceğini din üzerinden belirlemeye çalışıyorlar diyebiliriz. Tam bu aşamada milliyetçi bir partinin dinci bir kişiyi cumhurbaşkanlığına aday göstermesi de tesadüf değildir. Bu sürecin uzantısıdır. Dünyaya hâlâ egemen görünen Atlantik güçleri, oryantalist bir açıdan buraya baktıkları zaman dünyanın jeopolitik merkezi olan bu coğrafyayı din üzerinden yeniden şekillendirmeye, mevcut sınırları ve başkentleri ortadan kaldırmaya, etnik kimlikleri kaşımaya, yeni cemaatler oluşturarak bu coğrafyadaki devletleri parçalamaya çalışmaktadırlar. Bunların sonucunda da bir Ortadoğu Birleşik Devletleri oluşturma projesi yirmi beş yıldır, ABD – İsrail – İngiltere merkezli Atlantik – Siyonizm ortaklığı ile bu yapılanmayı zorlamakta ama sonuç alamamaktadır.

Bu süreç içinde bir toparlanma vardır. Türkiye hâlâ yıkılmamıştır. Türkiye açılım dayatmasına karşın taviz vermemiştir. Irak’ta da ABD işgaline karşın bir toparlanma var. Maliki hükümeti İran desteğiyle Bağdat’ı yeniden onarmaya başladı. Bağdat merkezli bir Irak yeniden kurulurken, Dicle Ordusu adıyla bir ordu kuruldu. Fakat ABD devreye girerek bununla Kuzey Irak’ı yeniden fethetmesini engelledi. ABD – İsrail – İngiltere ekseninin zorlamaları sırasında beklenmedik bir şekilde Irak-Şam İslam Devleti örgütü ortaya çıktı. Aslında bu Irak ve Suriye’yi bir araya getiren bir Sünni Arap devleti arayışıdır. Bu da ABD ve İsrail’in karşısına çıktı. Üst kadrolarına baktığımız zaman tamamen Saddam’ın üst kadroları olduğunu görüyoruz. Hatta Saddam’ın sağ kolu olan İzzet İbrahim el Duri’nin de bunun başında olduğunu görüyoruz ki bu da tesadüf değildir. Demek ki Irak da toparlanmaktadır.

Irak ve Suriye arasında yeniden Baas işbirliği gündeme gelebilir

Bu kadar saldırıya rağmen Esad da çökmedi ve ayakta kalmayı başardı. Önümüzdeki dönemde Irak ve Suriye arasında yeniden bir Baas işbirliği gündeme gelebilir. Baas’ın Şii Suriye kolu ile Sünni Irak kolu bu ayrımı bir kenara bırakarak daha köktenci bir Arap milliyetçiliğine sarılacağı kanaatindeyim.

İsrail – ABD – İngiltere üçlüsünün etnik toplulukları ve cemaatleri birbirine kırdırma politikasının sona ereceğini söyleyebiliriz.

TÜRKSOLU: İran, Maliki ve Esad arasında ABD’nin de destekleyeceği bir Şii Hilali mümkün müdür?

ABD, Rusya’yla paslaşarak İran’daki rejim değişikliğini sağladı

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN ABD, Ortadoğu’ya İsrail yüzünden gelmiştir. SSCB’den sonra Körfez ve Irak savaşları sürecinde ABD on yılı aşkın bir süre Irak’a kilitlenmiştir. Bu nedenle Latin Amerika’daki, AB’deki kontrolünü, Rusya’ya karşı dengesini kaybetti. Çin’in önü açıldı ve hem Asya’ya yayıldı hem de Afrika’ya girdi. ABD bundan ders aldı. İsrail’e kilitlendiği zaman dünya hegemonyasını kaybetme tehlikesine düştüğünü gördü. ABD’nin Ortadoğu’dan uzaklaşarak gelecekteki esas rakibi olarak görünen Çin’i dengelemek için Pasifik’te bir yapılanmaya girdiğini görüyoruz. Ortadoğu’dan çektiği 100 bin kişilik askeri gücünü Avustralya’ya yerleştirmiş bulunmaktadır. ABD artık Ortadoğu’da İsrail için savaşa girmek istemiyor. Bu nedenle geçen sene Rusya’yla paslaşarak İran’daki rejim değişikliğini sağladı. İran da Batıyla normal ilişkilere girdi. Ambargo kalktı, Ahmedinejad tasfiye edildi ve Ruhani ile başlayan süreçle bir normalleşme doğdu. ABD de Ortadoğu’ya bağlanmaktan kurtuldu. ABD böylece Rusya ile paslaşarak gerçekte İsrail’in de önünü kesmeye çalıştı.

ABD bu yeni aşamada dünya dengelerinde Çin’e ve Avrupa ülkelerine karşı Rusya ile paslaştı. Rusya da buna dayanarak Kırım’ı ele geçirdi ve Ukrayna’yı zorlamaya başladı.

ABD ve Rusya birbirlerinin etki alanlarına karışmadılar

TÜRKSOLU: ABD ve Rusya arasında bir gizli anlaşma mı var?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: Dolaylı bir diyalog var. Birbirlerinin etki alanlarına karışmadılar ve Rusya Ortadoğu’ya İsrail’e karşı taşındı. İsrail bir sonraki aşamada Batıyı ve ABD’yi de devre dışı bırakacak bir yapılanmaya hazırlanıyordu. Böylece Büyük İsrail Projesinin önü kesilmiş oldu. ABD, Türkiye’de de eskisi gibi etkin olamayacağını gördü. ABD, kendi üzerinden yapılan Türkiye’deki İsrail örgütlenmesi ve geçmişten gelen İngiltere, Fransa, Almanya Türkiye’deki mal varlıkları dolayısıyla kendisinin rahat hareket edemediğini tespit etti. ABD, Ortadoğu’dan yavaş yavaş geri çekilirken Türkiye’nin bütünüyle İsrail’in kucağına düşmesini engellemek için belli adımlar attı. İsrail Kuzey Irak’tan Güneydoğuya tüm gelişmeleri kendi projesi doğrultusunda yönlendirmektedir. Güneydoğu sorununda bir İsrail inisiyatifi vardı. Bu noktada Almanya, ABD desteği ile devreye girdi ve Türkiye’deki Alevi nüfus üzerinde gücünü artırmaya çalıştı. Böylece ABD, İsrail’in etkin konumunu Almanya aracılığıyla Aleviler üzerinden dengelemeye çalıştı.

Ortodoks dayanışması ve Rus inisiyatifi

Önümüzdeki dönemde Karadeniz üzerinden bir Rus inisiyatifi gelişebilir. Rusya’nın Güney Kıbrıs üzerinde etkisi yoğundur. Yunanistan çöktüğü için burası artık Rusya’ya bağlıdır. Ortodoks dayanışmasıyla devreye girmiştir. Bu etkinliği sağlayan Rusya Ortadoğu’da da ABD ile paslaşacaktır. Eylül ayında eğer İskoçya, İngiltere’den bağımsızlığını ilan ederse Avrupa’da yeni bir süreç başlayacaktır. Katalanya ve Bask bağımsızlıkları devreye girecektir. Almanya’nın da Avrupa’da sınırların değiştiği bu ortamda kendi çevresindeki küçük devletlere Belçika, Hollanda, Avusturya ve Danimarka’ya yönelerek bir Orta ve Doğu Avrupa birliğine yöneleceğini tahmin ediyorum. Ekonomik olarak çökmüş Akdeniz ülkelerine ABD – İsrail ikilisi Almanya’ya bırakmamaktadır. AB’nin ve Büyük İsrail’in alternatifi olarak bir Akdeniz birliği gündeme gelmektedir. Almanya da bu durumda Orta ve Doğu Avrupa’da etkinliğini artırmak zorundadır.

Almanya’nın, Rusya ile bir kuzey işbirliği noktasına geldiği süreçte patlatılan Ukrayna meselesi Avrupa ile Rusya’yı karşı karşıya getirmiştir. Dünyanın girdiği yeni aşamada yani post global süreçte Dünyanın gündemini belirleyecek sıcak gelişmelerdir.

TÜRKSOLU: Almanya’nın Polonya ve Ukrayna’nın batı kısmına yönelme ihtimali var mı?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: İlk Rus devleti 5. Asırda Kiev’de kurulmuştu. Ukrayna yapay bir ülkedir. Ukrayna milleti gerçekte yoktur, derleme toplamadır. Doğu Ukrayna’da 10 – 12 milyon Rus yaşar. Batı Ukrayna ise Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden nüfusu toplanmış bir tampon bölge olarak yaratılmıştır. Beyaz Rusya da Ukrayna da benzer şekillerde Rusya’dan koparılmıştır. Bu iki tampon ülkeyle Rusya’nın Avrupa’dan uzak kalması sağlanmıştır. Avrupalılar yüzyıllarca Osmanlı’yı ve Rusya’yı savaştırarak her ikisinin de Avrupa’ya girmesini engellemeye çalışmışlardır. Osmanlı, Avrupa içlerine kadar girmesine ve Balkanlar’ı ana ülkesi yapmasına rağmen Rusya’yla savaşmak zorunda kaldığı için buraları bırakmış arka ülkesi olan Anadolu’ya kaymıştır. Osmanlı’nın uzantısı olan Türk devleti de burada kurulmuştur.

Almanya’nın AB’nin patronu konumuna gelmesi İngiltere’nin, Fransa’nın ve İtalya’nın rahatsız olmalarına neden olmuştur. Üçü de eski sömürgecilerdir. Bunlara ek olarak bir diğer eski sömürgeci güç de İspanya’dır. Bu eski sömürgelerine tekrar yönelmişlerdir. Bu gelişmeler önümüzdeki dönemde Türkiye’yi de Akdeniz üzerinden etkileyecektir.

TÜRKSOLU: Bu gelişmeler Türkiye’ye nasıl yansır?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: Başlayan küreselleşme sonrası millet imparatorlukları döneminde Türkiye’nin Avrupa’da, İslam dünyasında, Hıristiyan dünyasında yeri olmadığını görüyoruz. Türkiye buralardan dışlanıyor. Tahran’daki İslam Zirvesinden Süleyman Demirel dışlanmıştı. Brüksel’deki Avrupa Zirvesi’nden de Türk heyeti dışlanmıştı. Bu konumdaki devlet olarak iki coğrafyanın tam ortasındayız. Ya merkezi bir kimlik oluşturarak yolumuza devam edeceğiz ya da Tahran’la Brüksel arasında gidip geleceğiz. Bu ortada kalma durumundan kurtulmak önemlidir. Türkiye bu aşamada bir yön aramak durumunda değil. Avrupacı kesimler AB ısrarını, İslamcı kesimler İslam Birliği fikrini sürdürüyorlar. Araplar, Türkleri istemeyip 700 yıllık Osmanlı yönetimini işgal olarak görüyorlar. Fakat gerçekte Osmanlı’nın cebine giden bir şey yoktu. Özellikle gayrımüslim sermaye kesimlerinin merkezi coğrafyadaki ticaretine Osmanlı hem bekçilik yaptı hem de Osmanlı’nın gücü bunlar için kullanıldı.

Osmanlı eğer Türkler için çalışsaydı sonrasında Anadolu’da çok zengin bir Türk devleti ortaya çıkması gerekirdi. Tarihi yeniden okuyup değerlendirmek durumundayız. Tarih tartışması denilince Atatürk’e hakaret etmek, saldırmak anlaşılmaktadır. İslamcı, alt kimlikçi, mandacı kesimler böyle bir sapma içinde hareket ediyorlar. Türkiye ise Atatürk’ün vurguladığı noktaya gelmek durumundadır.

Atatürk geleceğe dönük bir Türk dayanışmasını hedeflemiştir

Atatürk’e yabancı bir gazeteci sormuştur: “Paşam, sosyalist ya da liberal değilsiniz. Nesiniz?” Atatürk; “Bizi hiçbirine benzetmeyin. Biz hiçbirine benzemeyeceğiz ve Amerikanlaşmayacağız. Bizim şartlarımız bize benzer o nedenle biz bize benzeriz” diye cevap vermiştir. Atatürk burada önemli bir çizgi çekmiştir. Kurduğu devlet Avrupa modelindedir ama bir Avrasya devletidir ve bu coğrafyanın merkezine kurulmuştur. Atatürk geleceğe dönük bir Türk dayanışmasını da hedeflemiştir. 1933 yılında Ziraat Bankası’ndaki bir törende de bunu açıkça söylemiştir: “Bugün Türk dünyasının büyük çoğunluğu SSCB’nin işgali altındadır. Ama tarihteki bütün imparatorluklar gibi o da bir gün dağılabilir. Türkler de bağımsızlıklarını elde edebilir. Bugünden hazırlıklı olmamız gerekir.”

Maalesef II. Dünya Savaşı sonrasındaki ABD varlığı, İsrail’in kurulması, NATO’nun üzerimize çok gelmesiyle Atatürkçü çizgideki dış politikadan ayrılınmıştır. Küreselleşmenin bittiği bir aşamada, bölgeselleşmenin ortaya çıktığı, büyük ulus devletlerin millet imparatorluklarına yöneldiği dönemde Türkiye’nin de güçlü bir ulus devlet olarak yeniden merkezi bir güç olması gerekmektedir. Bu da Atatürk’ün “Biz bize benzeriz” ifadesiyle yola devam ederek kendileşecektir. Bunun anahtarı da Ankara’dır. İstanbul’da yaşanan alt kimlikçilik, küresel sermaye ortaklığı, uluslararası ticaret devleti hayalleri karşılığında Ankara’da yeni yöneticiler ve iktidarlarla kendi modeliyle güçlenecek, Misak-ı Milli sınırlarıyla güçlenecek ve Atatürk’ün II. Dünya Savaşı öncesindeki modeline dönecektir. Hitler ve Mussolini karşısındaki Balkan Paktı ile SSCB karşısındaki Sadabad Paktı gibi bölgesel birlikleri Türkiye acilen gündeme getirmelidir.

İran nüfusunun büyük çoğunluğu Türk’tür

Osmanlı’nın ve SSCB’nin dağılmasından meydana gelen otorite boşluğunda Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm at oynatmaktadır. Bu nedenle 25 yıldır bu coğrafyada savaş var. Türkiye Balkan ve Sadabat Paktı ülkeleriyle bir merkezi devletler birliği gündeme getirmelidir. Bu AB benzeri yeni bir bölgeselleşme planı olacaktır. Böyle bir oluşumda Türkiye’nin doğal müttefiki İran olacaktır. Atatürkçü dış politikanın birinci kuralı İran’la ortaklıktır. Anadolu’ya Türkler buradan gelmiştir ve İran nüfusunun büyük çoğunluğu da Türk’tür.

Atatürk’ün dış politikasının ikinci kuralı Rusya’yla dostluktur. Üçüncü kuralı da emperyalist devletlerle mesafeli ilişkidir. Atatürk sonrasında ise bunlar altüst edilmiştir. Ben İran’la Türkiye arasında bir köprü konumunda olan Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir merkezi devletler topluluğu kurulması gerektiği kanaatindeyim. Hem bölge barışı açısından, hem Kafkasya ve Hazar çevresinde Rus yayılmacılığını önlemek açısından, hem de Batılı emperyal güçlerin buradaki enerji kaynaklarına saldırısının durdurulması açısından acilen oluşturulması gerektiğini düşünüyorum.

CHP ve MHP aday belirlerken İngiltere – Mısır hattında hareket ettiler

TÜRKSOLU: Böyle bir aşamada cumhurbaşkanlığı seçimleri nereye oturmaktadır?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: Türkiye Cumhuriyeti’nde devleti kuran partiyle, milli devleti savunması gereken parti alternatif aday ararken İngiltere – Mısır hattı Exeter – El Ezher hattında hareket etmekteler. Atlantik üzerinden yönelen siyasi inisiyatifin, merkezi coğrafyada Arap ve Türk birlikleri ile millet imparatorlukları oluşmasını önlemek için harekete geçtiği anlamına gelmektedir. Hilafet tartışmalarının tam canlandığı bu noktada bu arayışların ulusal potansiyelin ve Türkiye’nin milli ihtiyaçlarının karşılanması noktasında olmadığını, dış dinamiklerin ve emperyal planların uzantısı olarak görüyorum.

Bu durum, Türk ve İslam dünyasındaki tek laik devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk’ten gelen çağdaş, laik devlet modelini ortadan kaldırır.

26 Mayıs 2018 Cumartesi

ATATÜRK’ÜN PARTİSİNE AÇIK MEKTUP Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN (Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Şubat 2007, sayı:101)

ATATÜRK’ÜN PARTİSİNE AÇIK MEKTUP

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
(Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Şubat 2007, sayı:101)

Türkiye Cumhuriyetinde altmıştan fazla siyasal parti günümüzde çalışmalar yürütmektedir. Hepsi Türkiye‘nin siyasal örgütlenmesi olmasına rağmen, bunların içinde bir tanesi farklı bir konuma sahip bulunmaktadır. Bütün siyasal partiler Türkiye’de devlet kurulduktan ve cumhuriyet ilân edildikten sonra tarih sahnesine çıkmalarına karşılık, Atatürk’ün partisi devlet kuruluşu ve cumhuriyet ilânı öncesinde ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra geride kalan otorite boşluğu alanında Türk milleti önce bir Misak-ı Milli programını ilân etmiş ve bu ulusal ant doğrultusunda Türkiye’nin kurtuluş savaşına başlanılmıştır. Uzun süren kurtuluş savaşı öncesinde Türk halkı Kuvay-ı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk dernekleriyle örgütlenmiş ve ülkenin her köşesinde oluşturulan bu ulusal örgütler aracılığı ile işgalci düşman birliklerine karşı ulusal direniş yürütülmüştür. Savaş sırasında kurulan bu ulusal direniş örgütleri ikinci aşamada bir araya gelerek Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurmuşlardır. Vatanın dört bir yanında öne çıkan bu örgütlenme merkezi bir yapıya kavuştuktan sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ana gövdesi olarak direnişi Kuvay-ı Milliye’nin başkenti Ankara’dan yürütmüştür.

Vatanın kurtuluşu sağlandıktan sonra, ülkede devletin kurulmasına ve daha sonrada cumhuriyet rejiminin ilânına sıra gelmiştir. Bütün bu girişimler Kuvay-ı Milliye’nin ana örgütü olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından yerine getirilmiş ve bu örgütün başkanı olan Mustafa Kemal Paşa önce devlet ve meclis başkanı daha sonra da ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran ve daha sonra da ülkemizde çağdaş bir cumhuriyet rejimini ilân eden ana kuruluş Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetidir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasından sonra Atatürk’ü destekleyen milletvekilleri ayrı bir grup kurmuşlar ve Atatürk karşıtlarına direnerek ülkede ulusal önderin öncülüğünde başlatılan hareketin başarıya ulaşabilmesi için çalışmışlardır. Muhalif milletvekilleri Atatürk’e karşı ikinci grubu gündeme getirince, artık bir siyasal partinin kurulması zorunluluğu ortaya çıkmış ve bu doğrultuda Atatürk arkadaşları ile beraber Cumhuriyet Halk Fırkasını kurmuştur. Dil devrimi sonrasında fırka kavramının yerini parti deyi alınca, yeni partinin adı Cumhuriyet Halk Partisi olmuştur. Bu nedenle, Cumhuriyet Halk Partisi kurucusunun Atatürk olması nedeniyle Atatürk’ün partisi olarak anılmıştır. Emperyalist işgalci batı ülkelerine karşı ulusal bir kurtuluş savaşı veren Türk halkının örgütlenmesiyle ortaya çıkan Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk cemiyeti sonraki aşamada devletin kuruluşunu ve cumhuriyetin ilânını tamamlayarak modern bir siyasal partiye dönüşmüş ve cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana Atatürk ilkeleri doğrultusunda kurucusu olduğu Türk devleti ile ilân ettiği cumhuriyet rejiminin bekçiliği misyonunu üzerinde taşımağa çalışmıştır. Türk devletinin 85 yıllık geçmişi Atatürk’ün partisinin böylesine bir ulusal misyonu yerine getirmesinin çeşitli örnekleriyle dolu bulunmaktadır.

Yirminci yüzyılın başlarında imparatorluklar tarih sahnesinden çekilirken yerini ulus devletler almış ve Osmanlı imparatorluğunun merkez ülkesinde Türkler ulusal önderlerinin öncülüğünde kendi ulus devletlerine kavuşmuşlardır. Atatürk ile Türk ulusu arasındaki resmi bağ, Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti aracılığı ile kurulmuş ve daha sonra da Cumhuriyet Halk Partisi aracılığı ile bu resmi bağ geleceğe dönük olarak kurumlaştırılmıştır. Atatürk, yaşamının son dönemlerinde hazırlamadığı vasiyetnamesi ile mirasının yönetimini kurucusu olduğu devlete değil ama öncüsü olduğu siyasal partiye bırakmıştır. Devlet hayatının nereye gideceği belli olmadığı için, Atatürk kurucusu olduğu siyasal partiyi daha güvenli olarak görmüş ve vasiyetini devlete değil ama partisine bırakmıştır. Atatürk’ün partisinin yöneticilerinin bu tutumun ne anlama geldiğini bu açıdan iyi bilmek durumundadırlar. Partilerin halk örgütü olması ve gelecekte devlete ya da cumhuriyete karşı çıkan güçlerin başka partiler aracılığı ile Atatürk’ün kurmuş olduğu Türk devletini ilân etmiş olduğu cumhuriyet rejimini tehlikeye sokma ihtimallerine karşı Mustafa Kemal Paşa kendi partisine daha fazla güvenmiş ve mirasının yönetimini partisine bırakmıştır. Bugün de aynı durum devam etmekte ve Atatürk’ün partisinin günümüzdeki yönetimine bu mirasa layık olma sorumluluğunu yüklemektedir.

Dünya tarihi ile beraber yeryüzünün merkezi bölgesindeki Türkiye’nin siyasal tarihi çeşitli dönemlerden geçmiştir. Atatürk’ün sağlığı döneminde ulusal önderin yanında yer alan cumhuriyetimizin kurucusu olan siyasal parti, büyük önderin bütün devrimci atılımlarında yanında olmuş ve bu doğrultuda onu desteklemiştir. Cumhuriyetimizin kurucusu olan öncü kadronun halka ulaşmasında ve halk kitleleri ile bağlantılar kurmasında Atatürk’ün partisi bir ulusal örgütlenme olarak üzerine düşen görevleri yerine getirmeğe çaba göstermiştir. Atatürk’ün önder olarak görev yaptığı süre zarfında bu parti Kemalist devrimi halk kitleleri ile kucaklaştırmıştır. Atatürk’ün partisi sayesinde devrimler halk kitlelerine götürülmüş ve kitlelere mal edilmiştir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan Atatürk devrimleri ile ilkeleri bir anlamda cumhuriyetimizin kurucusunun Türk ulusuna bırakmış olduğu emanetlerdir. Atatürk’ün partisi bu emanetlere sahip çıkarak günümüze kadar Atatürk ilkelerinin ve devrimlerinin bekçiliği görevini yerine getirmiştir. Devrimlerin toplumsal tabana oturması, Türk ulusunun ortaçağ düzeninden çağdaş uygarlığa geçişi hep Atatürk’ün partisinin kurumsal çabaları sayesinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyetimizin kuruluşu ve ilk yılları bir anlamda Atatürk ile beraber partisinin yeni bir devlet ve düzen kuran girişimleri ile dolu bulunmaktadır.

Atatürk sonrası dönemde ikinci adamın milli şefliğe yönelmesi tamamen İkinci Dünya Savaşı’nın koşullarında gündeme gelmiştir. Bütün dünya ülkeleri birbirleriyle savaşırken, dünyanın ortasında yer alan Türkiye bu çılgınlığın dışında kalmıştır. Böylesine bir başarının gösterilmesinde Atatürk’ün partisinin milli şefin önderliğinde Türkiye’ye ve Türk ulusuna sahip çıkması etkin olmuştur. Savaş döneminin zor yıllarında ülkede istikrarın sağlanması gene bu parti aracılığı ile gerçekleştirilmiş, devlet kurumlaşması tamamlanırken, halk kitlelerinin devletin yanında yer alması başarılmıştır. Halk kitleleri zor günlerde devleti kuran partinin çatısı altında yer alarak emperyalist ülkelerin Türkiye’yi karıştırma ya da bölme amaçlı örgütlediği isyanlara uzak durmuştur. Özellikle doğu Anadolu halkının cumhuriyet rejimi tarafından kazanılmasında, Türk devleti ile bütünleşmelerinde Atatürk’ün partisi öncü rolü üstlenmiştir. İkinci dünya savaşı sırasında Türkiye’nin doğu Anadolusunu ülkeden koparma senaryoları Atatürk’ün partisinin gerçekleştirdiği sosyal yaklaşımlarla devre dışı bırakılmıştır. Toplumsal çimento görevinin yapılması her türlü bölücü girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasına giden yolu açmıştır. Atatürk’ün partisinin cumhuriyetin kucaklayıcı ve bütünleştirici misyonunu başarıyla yerine getirmesi, kısa zamanda Türk devletinin vatandaşları ile kaynaşmasını sağlamıştır.

Savaş sonrası dönemde, demokrasiye geçerken Atatürk’ün partisi ülkede yeni partilerin kurulmasına yardımcı olmuş ve Türkiye’nin kısa zamanda çağdaş bir demokrasiye sahip olabilmesi için elinden gelen bütün çabaları göstermiştir. Ülkede ikinci partinin kurulması Atatürk’ün partisinden kopan bir grup milletvekili tarafından gerçekleştirilmiş, cumhuriyeti kuran partinin sahip olduğu bilgi birikimi eski milletvekilleri aracılığı ile yeni kurulan siyasal partiye taşınmıştır. Yirminci yüzyılın tam ortasında yapılan serbest seçimlerle Türkiye’de siyasal iktidar seçim yolu ile el değiştirirken yeni kurulan siyasal parti iktidar gelmiş ve böylece Türkiye cumhuriyet düzeninden demokratik rejime geçiş yapmıştır. Ülkede hiçbir birikim ya da gelenek yokken, batı tipi bir demokrasiye geçiş Atatürk’ün partisinin gösterdiği özveri ve çabalar sayesinde olmuştur. Batı ülkelerinde görülen uzun süreli demokrasiye geçiş aşaması Türkiye’de bu partinin birikimi ve olgunluğu sayesinde atlatılmış ve yeni dönemde iki partili demokrasi denemesi Türkiye’de yürürlüğe girmiştir. Ne var ki, yeni iktidara gelen siyasal partinin Atatürk döneminin olgunluğunu gösterememesi, anayasayı ihlali ve ülkeyi tehlikeye atan bir kardeş kavgasına izin vermesi üzerine Türk silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuş ve Türkiye bir askeri rejime sürüklenmiştir.

Askeri dönemler ülkede daha sonra da gündeme gelmiş ve Türkiye yirminci yüzyılın sonlarına doğru tam dört dönem askeri müdahaleler ile karşı karşıya kalmıştır. Atatürk’ün partisi ilk askeri dönemin kısa olmasını sağlamış ve sahip olduğu siyasal birikim ile ülkede yeniden demokrasiye geçiş döneminin hükümetini kurmuştur. Sonraki askeri dönemlerde de benzeri yönde girişimlerde bulunan Atatürk’ün partisi genel olarak bu ara rejimlerin kısa olmasını başarmış ve Türk ordusunun kışlasına dönmesine yardımcı olmuştur. Türk silahlı kuvvetleri ile kurulan diyalog çerçevesinde ülkede cumhuriyet rejiminin ve Atatürk devrimleri ile ilkelerinin korunabilmesi birçok girişim yapılmış ve Atatürk’ün cumhuriyeti kazasız belasız yirmi birinci yüzyıla kadar getirilmiştir. Soğuk savaş döneminin son yıllarında giderek artan kutuplar arası çekişme Türkiye’yi bir sol ve sağ kavgasına götürmüş, bu aşamada ülkede bir ideolojik görünümlü terör emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda zorlanarak gündeme getirilmiştir. Ülkenin tam bir kardeş kavgasına sürüklendiği bu dönemde Atatürk’ün partisi rejimin ve devrimlerin koruyucusu olarak Türkiye’nin bir rejim bunalımına sürüklenmesini önlemeğe çalışmıştır. Türk silahlı kuvvetleriyle beraber ülkenin önde gelen kamu kurumlarının da sağduyulu bir çizgide hareket etmesi Türk demokrasisinin sonraki dönemlerde de devam etmesine yardımcı olmuştur. Atatürk’ün partisi, en eski siyasal parti olarak ülkedeki gerginliklerin aşılmasına ve zaman içinde çözümler üretilmesine elinden gelen katkıları yapmıştır. Avrupa kıtasının dışında kalan bir Müslüman ülkede batı tipi bir demokrasi ancak devleti ve rejimi kuran Atatürk’ün partisinin özverili çabaları ile mümkün olabilmiştir.

Yirminci yüzyılın son on yılında ortaya çıkan küreselleşme sürecinde Atatürk’ün partisi son derece hazırlıksız bir durumla karşılaşmıştır. Bir NATO harekâtı olarak gündeme gelen askeri dönemde diğer partilerle beraber kapatılan Atatürk’ün partisi ortaya çıkan büyük sorunların ve gereksinmelerin aşılabilmesi için yeniden kurulabilmiştir. Devleti ve rejimi kuran siyasal partiyi de diğer partilerle beraber kapatarak Türkiye’yi kendi istedikleri doğrultuda yeniden yapılandırmak isteyen Atlantik emperyalizmi, Siyonizm ile elele vererek Ortadoğu’da yeni bir bölgesel yapılanma için çaba gösterirken Türkiye üzerinde kurulu bulunan Atatürk Cumhuriyetini devre dışı bırakmak istemiştir. Soğuk savaş döneminin gerginliklerinden yararlanarak terörü tırmandırmışlar ve ülkedeki Atatürk potansiyelini temsil eden birçok Türk aydınını hedef almışlardır. Bu durumda Atatürk’ün birikimini temsil edenler Atatürkçü Düşünce Derneği’ni halk kitlelerine dönük olarak kurmuşlardır. Atatürk ilke ve devrimlerinin sadece dernekleşme ile korunamayacağı ve bunun yanı sıra bir siyasal örgütlenmenin de zorunlu olduğu anlaşılınca, Atlantik emperyalizminin kapatmış olduğu Atatürk’ün partisi yeniden kurulmuştur.

Partinin ikinci kuruluş aşamasında Türkiye’yi Atatürk modelinden uzaklaştırmak isteyen kapanmadan önceki son genel başkan kendi kafasına göre bir yeni parti kurarak bunu karısıyla beraber Türk ulusuna benimsetmeğe çalışmış ve Atatürk’ün partisinin ikinci kez kuruluşu aşamasında bu yuvadan uzak kalmıştır. İkinci kuruluş sırasında kimin genel başkan olacağı sorunu ile uzun süre uğraşılmış, kapanma sonrasında ortaya çıkan sosyal demokrat görünümlü partilerle ilişkilerin ne olacağı konusu da büyük bir tartışmayı beraberinde gündeme getirmiştir. Üçüncü genel başkan Atlantik rüzgarları doğrultusunda, Büyük Orta Doğu projesine yönelik yelken açan bir yeni parti ile halk kitlelerinin karşısına çıkarken, boşluktan yararlanılarak kurulmuş olan bir sosyal demokrat görünümlü siyasal parti de Avrupa, Amerika ve İsrail doğrultusunda alt kimlikçiliğe soyunmuştur. Güneydoğu halkının alt kimlikçiliğe sürüklenmesinde ve ayrıca bir belediye merkezli müteahhit hizbinin olmasında son derece zararlı etkisi olan bu siyasal parti birleşmeler sonucunda tarih sahnesinde çekilmek zorunda kalmıştır. Atatürk’ün partisinin kapatılması sonucunda ortaya alt kimlikçi yapıların çıkması Türk demokrasisi açısından önemli handikaplar oluşturulmuş ve bazı mafya benzeri örgütlenmeler bir müteahhit hizbi görünümünde Türk demokrasisi içinde sosyal demokrat görünümlü öne çıkmasına giden yolu açmıştır. Kısa zamanda bu tür sapmaların ortaya çıkması üzerine Atatürk’ün partisinin yeniden kurulması zorunluluğu ortaya çıkmış ve doksanlı yılların ilk yarısında ikinci kez Atatürk’ün partisi tarihsel kimliğine ve birikimine uygun olarak yeniden kurulmuştur. İkinci dönemin başlangıcı zorluklarla dolu olmuş, aradan geçen zaman içinde partinin sahip olduğu eski ekol dağılmış ve eski geleneksel Atatürkçü kadrolardan uzak duran bir yapılanma, bu kez de eski bir hizbin ön geçmesiyle gündeme gelmiştir. Eski sosyalist partilere benzeyen bir prezidiyum yapılanması benzeri kadrolaşma ile Atatürk’ün partisinde işbaşına gelen bu kadro eski kongrelere alışık olduğu için, parti iktidarını ele geçirdikten sonra kendinden olmayan bütün grupları yönetimin dışında tutmuş ve bunların zaman içerisinde partiden uzaklaşmalarına neden olan bir katı tutum içinde olmuştur. Bu nedenle, aynı doğrultuda başka siyasal partilerin kurulmasına giden yol açılmış ve solda yeniden bir bölünme dönemine girilmiştir.

Esas önemli olan, ikinci kuruluş küreselleşme dönemine rast geldiği için, Atatürk’ün partisi bu yeni döneme hazırlıksız yakalanmış ve hiç bir biçimde Atatürk’ün birikimi yeni dönemde nasıl siyasal sahnede canlı tutulacağına yönelik bir çalışma yapılmamıştır. Devleti ve cumhuriyeti kuran bir siyasal partinin her yeni dönemde devletin ve cumhuriyet rejiminin korunması doğrultusunda bir hazırlığının olması gerekirken, bir Avrupa Birliği hayali devam etmiş, uzun süren bu düşün gerçekleşemeyeceğinin anlaşıldığı bir aşamada ciddi bir alternatifsizliğe sürüklenilmiştir. Büyük Orta Doğu planları doğrultusunda yeni parti kuran eski genel başkan, bu projeye uygun düşen çelişkili ve Türkiye’yi siyasal risklere sokabilecek adımlar atarken, Atatürk’ün partisinde bir durgunluk ve değişime karşı hazırlıksızlık çok açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Küresel rüzgarlar aşkın ve devrimin partilerini kurdururken, bütün basının köşe yazarları neoliberalizme teslim olarak Atlantik ötesinden kaynaklanan plan ve projelere destek çıkarken, medyada Atatürk’e ve ilkelerine karşı bir eğilimin giderek cemaatçi ve liberal işbirliği çerçevesinde tırmandığı görülmüştür. Küresel emperyalizme teslim olan İstanbul sermayesi taşeronluğa teslim olurken Atatürk’ün ulus devletinden vazgeçmiş ama Atatürk’ün partisi de bu konuda yeterince titiz davranmamıştır. Medya desteği ile seçim kazanma yaklaşımı, Atatürk ilke devrimlerinin geride kalmasına neden olmuş, bunların bir aile fotoğrafı olarak saklandığı açıkça ifade edilmiştir.

İçine girilen yeni dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliğinin dışında kaldığı artık açıkça belli olmuştur. Artık Avrupa hayalleri ve koşullanmaları ile politika yapma dönemi geride kalmıştır. Tam bu durum kesinlik kazandığı noktada Türkiye Kuzey Irak üzerinden bir savaş dalgası ile karşı karşıya kalmıştır. Orta Doğu devletlerini Kürt kartı ile bölmek isteyen İsrail ve Amerika Kuzey Irak’ta oluşturdukları kukla devlet ile İran, Suriye ve Türkiye’yi hedef almaktadırlar. Türkiye böylesine bir tehdit ile dost ve müttefiklerinin attığı kazıklar nedeniyle karşı karşıya kaldığı için bir an önce ulus devleti ve üniter cumhuriyet düzenini koruyacak yeni atılımlara ihtiyaç bulunmaktadır. Atatürk’ün partisi, hem devletin hem de rejimin kurucusu olarak öne çıkmak ve ulus devleti dağılmaya karşı korumak zorundadır. Ayrıca, İsrail ve Amerikanın bölgeye savaş taşıyan girişimlerine ve Türkiye’yi bu doğrultuda hedef yapan senaryolara karşı çıkmak gene Atatürk’ün partisinin öncülüğünde Türk ulusuna düşen bir ulusal görevdir. Türkiye önümüzdeki dönemde yeni bir kurtuluş savaşı verecektir. Hem iç savaşa hem de dış savaşa karşı Türk toplumunun tıpkı I9I9 da olduğu gibi büyük bir kitlesel bütünsellik içinde dış düşmana karşı birleşmesi gerekmektedir. Bölgeyi ve komşularımızı işgal eden, ekonomik çıkarları uğruna bir milyon masum insanı katleden savaşa karşı türkiye7nin komşuları ile bir araya gelerek büyük bir direnişi bölgesel düzeyde örgütlemesi gerekmektedir. Böylesine bir ulusal görev i yerine getirmek devleti ve cumhuriyeti kurmuş olan Atatürk’ün partisine düşmektedir. Artık bir süper emperyalizm olduğu iyice anlaşılan küreselleşmenin neoliberal takıntıları ile uğraşmayı bir yere bırakarak yeniden Türk devletinin ve Türk ulusunun ulusal çıkarlarının savunulması zamanı gelmiştir. Seçim yılına girildiği bu aşamada Atatürk’ün partisinin yeniden Atatürk geleneğine dönmesi ve bu birikimi günümüze taşıyan kadrolara öncelik vermesinin zamanı gelmiştir. Atatürk’ün partisi Atatürk’ün eserini ancak ciddi Atatürkçü kadrolarla koruyabilecektir. Tıpkı cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi iç ve dış düşmanlarla mücadele edecek, yeni bir yapılanmayı Atatürk’ün partisi kendi içinde gerçekleştirmek zorundadır. Ulusal bağımsızlığı koruyacak ve bu doğrultuda bir iktidar alternatifi olacak Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uygun olacak bir milli programı Atatürk’ün partisi seçimler sırasında Türk ulusunun önüne ciddi bir alternatif olarak koymak zorundadır.

Bu yazı, Türkiye Cumhuriyetinin sonsuza kadar yaşamasını kurucusunun vasiyeti olarak kabul eden bir Türk bilim adamının, Atatürk’ün partisini yönetenlere açık mektubudur. Bu açık mektup aynı zamanda Atatürk ilke ve devrimlerini kabul eden bütün Atatürkçülere de bir açık çağrıdır. Bizi tarih sahnesine çıkartan, bugünkü kimliğimizi ve devletimizi kazandıran Büyük önderin eserine sahip çıkmak, bütün Türk vatandaşlarına düşen yaşamsal bir ulusal görevdir. Atatürk’ün partisinin üyeleri ve taban örgütleri kadar, ülkedeki bütün Atatürkçü kuruluşlar ve Atatürkçüler bu açık çağrının muhataplarıdır. Türkiye Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılda yoluna devam edebilmek için yeniden çıkış noktası olan Atatürk ilke ve devrimlerine dönmek zorundadır. Yüz yıl önce bizi yok etmek isteyen emperyalizme Türk ulusu nasıl direndiyse, yeni yüzyılın başlarında aynı direnç çok daha güçlü bir biçimde siyasal alana taşınmalıdır. Askeri bir savaşı ancak güçlü bir siyasal mücadele önleyebilir. Türk ulusunun ve devletinin yok olmaması için, tam bağımsızlık doğrultusunda yeni bir Kuvay-ı Milliye mücadelesine bütün Atatürkçüler, Atatürkçü kuruluşlar ve de Atatürk’ün partisi öncülük yapmak zorundadırlar.