20 Temmuz 2018 Cuma

AFGANİSTAN’A ASKER GÖNDERİLEMEZ "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN / 12 Aralık 2009" -Türkiye Cumhuriyeti başbakanının son Amerika Birleşik Devletleri ziyareti sırasında ,kendisinden Afganistan’a Türk askeri göndermesi açıkca ve resmi olarak talep edilmiştir

AFGANİSTAN’A ASKER GÖNDERİLEMEZ

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

Türkiye Cumhuriyeti başbakanının son Amerika Birleşik Devletleri ziyareti sırasında ,kendisinden Afganistan’a Türk askeri göndermesi açıkca ve resmi olarak talep edilmiştir .Bu durumun görüşüldüğü bazı toplantılara Türk dışişleri bakanının ya da Türkiye’nin Amerika büyükelçisinin katılmasınınengellendiği bir ortamda ,diplomatik sorunlar çıkmış ve Türk büyükelçisi istifaetmek zorunda kalmıştır . Dünyanın önde gelen hukuk devletlerinden birisi olan Türkiye Cumhuriyetinin diplomatik yapısının arkasında tarihten gelen çok ciddi bir birikim bulunmaktadır . Bu coğrafyada yüzyıllarca büyük devlet politikası izleyen Osmanlı İmparatorluğundan miras kalan güçlü diplomasi geleneği , cumhuriyet devleti sırasında da sürdürülmüş vebatılı emperyalist devletlerin merkezi coğrafyada çevirdikleri her türlü oyuna karşı , Türkiye Cumhuriyeti devleti bin yıllık devlet geleneğinin uzantısı olan bir güçlü diplomasi ile her zaman devreye girerek , yıkılmak istenen dengelerin yeniden kurulabilmesi için etkili olmuştur . Başbakan ya da dışişleri bakanları düzeyindeki devletlerarası ilişkilerde her zaman için ,Türk devletinin diplomatik birikimini temsil eden büyükelçiler devrede olmuşlar ve resmi görüşmelerde her zaman Türkiye’yi temsil eden heyetler içerisinde yer almışlardır .Washington’da yaşanan son diplomatik kriz tam Afganistan’a asker gönderilmesi meselesi görüşülürken çıkmış ve Türk devletinin güvenliği açısından Afganistan’a asker gönderilmesine eskiden beri karşı çıkan Türk dışişleri ,tam da bu konular gündeme geldiği aşamada by-pass edilmek istenmiştir .

Böylesine bir durum Turgut Özal döneminde de benzeri bir biçimde gündeme gelmişti . Özal’ın cumhurbaşkanı olarak batılı devlet başkanları ile yaptığı resmi görüşmelere , Türk dışişleri bakanı ile büyükelçilerin katılması engellenmek istenmiş ,devletbaşkanlarının kafa kafaya vererek yaptıkları sohbet görüşmeleriyle Türkiye Cumhuriyetinin dışişleri ve diplomasisi yürütülymek istenmiştir . Normal koşullarda hiç bir biçimde kabül edilemiyecek bu tür girişimleri gündeme getiren Özal devlet geleneğini bozduğu gibi , Türk dışişlerinin geleneksel çalışma düzenini de altüst etmiştir . Genelkurmayın askeri düzeni ile de oynamayı marifet sayan bir yaklaşım ile Türk ordusu üzerinde de baskı kurmak isteyen Turgut Özal ,devletin ipi ile oynarken , Türk vatandaşlarına Tanrının ipine sarılın diye de yönlendirme yapmıştır . Türk devletinin geleneksel yapısı yıkılırken ya da , dünyanın en ciddi diplomasisi sarsılmak istenirken Orta Doğu çadırlarında sürdürülmekte olan Arap şeyhi tavrı , laik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devletinin tepesinde geçerli kılınmak istenmiştir .Özal’ın Türkdevlet geleneğine ve çağdaş Türkiye diplomasisine vermiş olduğu büyük zararı günümüzde sürdürmek isteyen bazı politik girişimlerin gündeme geldiği görülmekte ve bu duruma resmi görevlilerin birbiri ardı sıra tepki gösterdiği bir süreçten ,Türkiye zorlanarak da olsa geçmek durumunda kalmaktadır . Yeni bir düzene doğru uluslararası ilişkiler zorlanırken , Türk devletinin dış baskılar altında hareket etmesine yolaçabilecek derecede riskli durumlarda , Türkiye’nin hariciye birikiminin bütünüyle devrede olması genel olarak beklenen bir durumdur .

Afganistan denilyince akla gelecek ilk şey , Sovyetler Birliğinin bu tampon ülkeyi işgal ettiği yıllarda , Amerika Birleşik Devletlerinin bir görevlisi olarak Zbignew Brzezinski’nin Amerikan silahlarını ,CİA tarafından yetiştirilmiş İslami terörist Usame Bin Ladin’e teslim ederken çekilen resim gelmektedir . Cengiz Özakıncı bu resmi Türkiye’de yayınlanan İblisin Kıblesi-United States of İrtica ismini taşıyan kitabının kapağına almıştır . Afganistan’daki gerçek durumu bundan daha iyi gösteren bird belge daha yoktur . Bu tampon ülkede ,savaş Sovyet işgalinden bu yana devam etmektedir . Dün ABD’nin yetiştirdiği islamcı teröristler Rusya’ya karşı bu ülkede savaşıyorlardı . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Rusyla bu ülkeden çekilince , ABD Usame Bin Ladin ve onun öncüsü olduğu El Kaide örgütünü bahane ederek bu dağlık ülkeye yerleşmiştir . Şimdi ise , ABD bu ülkede , öldürtülen Pakistan Başbakanı Benazir Butto’nun girişimleri ile kurulmuş bulunan Taliban isimli örgüte karşı savaşıyor görünümündedir . Bu İslamcı terör örgütü ise , ABD’nin talebi üzerine Pakistan’dan toplanan işsiz talebelerin Pakistan üzerinden ABD’ye gönderilerek yetiştirilmeleri ile kurulmuş ve daha sonra da bu örgüt üzerinden Afganistan ülkesi bütünüyle bir savaş alanına dönüştürülmüştür . El Kaide ile beraber Taliban’da ABD’nin karşısına hiç bir devleti almadan bütün dünyaya askeri üstünlüğünü yaymayı hedefleyen asimetrik savaş stratejisi doğrultusunda , Afgan savaşının dünyanın siyasal gündeminde başköşeye oturmasına katkı sağlamışllardır . İslamcı görünümlü terör dün Rusya’yı Afganistan gibi bir geçiş ülkesinden geri püskürtürken , ülkede yarattığı savaş ortamı sayesinde Çin ve Hindistan gibi komşu büyük ülkelerin bu tampon ülkeye girmesine ya da müdahalle etmesine fırsat bırakmamakta , terör savaşı onbin kilometre öteden ABD’nin gelerek bu ülkeye askeri müdahaleler yolu ile egemen olmasını sağlamaktadır . Türkiye’de resimleri basılan Brzezinski ve Usame Bin Ladin birlikteliği açıkca bu durumun doğruluğunu kanıtlamaktadır .

Afganistan’da ABD açıkca ve resmi olarak Taliban ve El Kaide ile savaşmakta , kendi yetiştirdiği bu örgütler üzerinden terör görünümlü asimetrik savaşını sürdürürken , bu ülkeye Çin,Hindistan,İran ve rusya gibi büyük komşu ülkelerin girmesini ve müdahale etmesini önlemektedir . ABD Taliban ya da El Kaide ile görünüşte savaşırken, aslında bu dört büyük ülke ile savaşmakta ve kendi merkezli tek kutuplu dünya iddiasını devam ettirebilmek için Afganistan’dan geri çekilmemektedir . Yeni dönemde ABD tek kutuplu dünya düzeni kuramadığı için geri adım atmamak üzere bu ülkenin dağlarında direnmekte ve savaşı bubölgede sürdürerek , Rusya,Çin ve Hindistan gibi dev ülkelerin kendisine karşı yeni kutup merkezi olarak öne çıkmalarını engellemek istemektedir . Afganistan stratejik olarak dünyanın en büyük kıtası olan ve ABD’nin üç büyük kutupbaşı rakibi ülkenin arasında yer alan kritik bir ülke konumunda , uluslararası konjonktürde öne çıkmıştır . ABD savaş yolu ile bu ülkede sağladığı üstünlüğü çevre ülkelere de yayarak , Asya’nın ortalarında Rusya,Çin ve Hindistan üçgenine karşı kendi hegemonyasını geçerli kılmak ve zaman içerisinde bölgeye yerleşyerek İran’ı da arkadan vurmak istemektedir . Bu durumu yakından izleyen İran gibi bir büyük devlet de , onbin kilometre öteden gelen ABD saldırısının Asya kıtasının dışına çıkarılması doğrultusunda Rusya,Çin ve Hindistan üçgeni ile beraber hareket etmektedir . Şangay örgütü zaman içerisinde bir ekonomik örgütlenme olmanın ötesine giderek, ABD saldırganlığının bütün Asya kıtasını tehdit etmesini önlemek ve karşı dengeler oluşturmak üzere , yavaş yavaş yeni zirve toplantılarıyla bir askeri güvenlik örgütüne de dönüşmektedir . Afganistan’da halen savaşmakta olan ABD açısından en tehlikeli gelişme Şangay örgütünün ekonomik kuruluş olmaktan çıkarak bir Asya güvenlik yapılanmasına dönüşmesidir ki, gelecekte böyle bir büyük yapılanma ABD’nin bütünüyle Asya kıtasının dışına çıkartılmasını hedefleyen işbirliğini kıtasal boyutta yaygınlaştıracaktır .

Halen Afganistan dağlarında Taliban ve El-Kaide ile savaşır görünen ABD için en kritik aşama şangay örgütünün askeri bir kuruluşa dönüşmesidir . ABD’nin Afganistan’a müdrahale etmemeleri için karşısına aldığı dört büyük Asya ülkesi olarak Çin,Rusya,Hindistan ve İran bir Asya güvenlik örgütüne yönelmekte ve kıta dışı olarak bölgeye gelen Amerikan askeri varlığına karşı çıkmaktadır . ABD için tek tek bile çok büyük olan bu ülkelerin savaşa karşı barışı güvence altına alabilme doğrultusunda ortak bir güvenlik paktına yönelmeleri , ABD açısından Afganistan savaşının kaybı anlamına gelmektedir . Kendi yarattığı taliban ve El-Kaide gibi göstermelik terör örgütleriyle bile başa çıkamayan ABD’nin , Irak savaşı gibi bir başarısızlıktan sonhra Afganistan savaşını Asya kıtasının bütün dev ülkelerinin birlyikteliğine karşı kazanabilmesi mümkün değildir . Bu durumu ABD genelkurmayşı ve yetkili makamları da bilmekte ama üzerlerindeki büyük siyasal baskı nedeniyle gereken adımları atamamaktadırlar . Geçenlerde ABD genel kurmay başkanı Afganistan savaşının çok kötü gittiğini ,ve iki-üç yıllık gelecekte ABD ordusunun çok büyük asker zayiatı vereceğini açıkca ilan etmiştir . Tam da bu aşamada Amerikan başkanı Obama Türkiye’den Afganistan için açıkca asker istemekte ve bunun miktarını çok artıraram cepherde savaşçı konumunda Türk askeri birliklerinin Afganistan dağlarında mevzilenmeleri talep edilmektedir . ABDgenel kurmay başkanının açıklamalarından hemen sonra, Obama’nın Türkiye’den asker istemesi ,durumun vahim ve acil boyutlarını açıkca ortaya koymaktadır . Amerika ,soğuk savaş döneminden kalma alışkanlıklarını hala terkedemediği için Türkiye’ye baskı yapma hakkını kendinde görmekte , Türk askerini bir piyon olarak Taliban teröristlerinin önüne atmak istemektedir . PKK terörü ile savaştığı için antremanlı bir ordu konumunda olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu durumundan Amerika Birleşik Devletleri yararlanmak istemekte ve bu nedenle Türk genelkurmayını Afganistan savaşına zorlamaktadır . Türkiye şimdiye kadar ayağını sürüyerek hareket ettiği bu Afganistan macerasında daha da öne sürülmek istenmekte ,açıkca en tehlikeli dönemde piyon olarak cepheye sürülerek , Irak savaşında olduğu gibi Amerikan askerinin kaybı önlenmek istenmektedir . İngiliz emperyalizminin Avustralya ve Yeni Zellandalılara bir sömürge imparatorluğu ordusu çerçevesinde Çanakkale savaşında kullandığı gibi , ABD emperyalizmi de kendi hegemonya düzeni doğrulmtusunda Türk ordusunun erlerini Afganistan dağlarında haklı olmayan bir savaş için kullanmağa çalışmaktadır . İngiltere’nin yerine batı emperyalizminin jandarmalığına soyunmuş olan Amerika Birleşik Devletleri , Okylanus bölgesinden getirtilen Anzaklar ile Hindistan’dan getirilerek Osmanlı ordusuna karşı kullanılan Gurka’ların konumuna Türk askerini sürüklemek istemektedir .

Avrupa Birliğine tam üye yapılmayan Türkiye Cumhuriyeti batı kapitalist sisteminin bir parçası ya da ortağı değil ama bekçisi konumundadır . Soğuk savaş döneminde bsatı blokunun güvenliği acil olunca Türkiye’yi Nato’ya alanlar , Sovyetler Birliği dağılınca , güvenlik konusunun gündemden düşmesi nedeniyle , Türkleri dışlayarak beraberce külmfetini taşıdıkları batı kapitalist düzeninin nimetlerinden Türk ulusunu ve devletini mahrum bırakmışlardır . Yarım yüzyıllık bekleyiş ve özveri sonrasında Avrupa kıtasından tıpkı Osmanlı imparatorluğu gibi dışlanan bir Türkiye ,yeniden Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi batının çıkarları doğrultusunda Asya kıtasında yeni askeri maceralara alet edilmek istenmektedir . Kendini bilen her devletin ya da ulusun başkalarının maceralarına alet olmayı redetmesi gibi Türkiye Cumhuriyetinin de batı hegemonyası amacıyla batıdangelen bu tür baskılara karşı durması ve kendisini koruması gerekmektedir . Türk devletinin bugünkü yöneticilerinin dünya tarihi bilgileriyle beraber Osmanlı devletinin son yüzyılında yaşanan gelişmeleri bugün yeniden hatırlamaları ve üzerinde düşünmelerinde yarar vardır. Osmanlı orduları , devletin kuruluşu tamamlandıktan sonra sürekli olarak batılı ülkeler ve hırıstıyan devletler ile karşı karşıya savaşmıştır . Afganistan savaşı bu açıdan dünyanın merkezinde kurulmuş olan Türk. devletlerinin askeri geleneğine ters düşmektedir . Afgan savaşında hırıstıyan ABD ile müslüman Afganistankarşı karşıya gelmektedir . Böylesine bir savaşta Türkiye Cumhuriyeti bir müslaman ülke olarak hırıstıyanlarla aynı cephede müslümanlara karşı savaşamaz . Böylesine bir durum dünyanın müslüman halkları arasındaki antiemperyalist dayanışmaya ters düşecek ve Tüürkiye’yi bütünüyle hırıstıyan batı emperylalizminin cephe ülkesi ile Truva atı konumuna düşürecektir . Amerikanın emperyalist savaşı ile Türkiye cumhuriyetinin hiç bir ilgisi bulunmamaktadır . Afganistan savaşı bütünüyle bir emperyalist saldırıdır ve Irak savaşı gibi sonu hüsran ile bitmeğe mahkumdur .Sonundaki hüsranın şimdiden belli olduğu bir emperyal maceraya koskoca Türk devleti ve ordusu alet edilemez .

Türkiye Cumhuriyeti kendisinin olmayan bir savaşa açıkca giremez . Türkiye’nin soğuk savaş döneminden kalma Nato üyeliği ,Afgan savaşına katılması için yeterli bir neden ya da gerekçe olamaz . Türkiye soğuk savaş dönemindeki Sovyet tehdidine karşı kendisini korumak amacıyla Nato ittifakı içerisinde yer almak durumunda olmuştur . Bu yüzden de batı blokunun güvenliği doğrultusunda büyükçe bir bedel ödeyerek , bütün komşuları ile karşı karşıya gelmiştir. Nato soğuk savaş döneminin güvenlik örgütü olarak, misyonunu o dönemin bitişiyle beraber tamamlamıştır . Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla beraber karşıt örgüt olyan Varşova paktı nasıl dağıldı ise , Nato’nun da benzeri bir biçimde tasfiye edilmesi gerekiyordu . Böylesine bir dengeyi bozan ABD tek merkezli hegemonya düzeni için Nato’yu elinde tutmuş ve daha sonra da alan dışı hareket doktrinini getirerek , bu askeri örgütü savunma kuruluşu olmaktan çıkararak yeni bir batı hegemonya yapılanmasının askeri gücüne dönüştürmüştür . Uluslararası dengeler ve hukuk açısından tam bir hegemonya haksızlığı anlamına gelen bu yeni Nato yapılanması , haklı savunmalar yerine haksız saldırıların örgütün gündemine girmesine yolaçmıştır . Son yirmi yıldır Nato artık bir savunma örgütü olarak değil ama ,Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinde ABD merkezli batı emperyalizmi ile gene ABD’deki güçlü lobileri üzerinden İsrail merkezli siyonizmin saldırı örgütü konumuna sürüklenmiştir . Türkiye Cumhuriyetinin bir bağımsız devlet olarakböylesine bir durumu kabül etmesi mümkün değildir, çünkü çifte standartlı davranan batı emperyalizmi he aşamada Nato’yu kendi çıkarlarına alet etmiştir . Türkiye’yi otuz yıldır tehdit eden bölücü teröre karşı Türk devletini korumayan aksine teröre yardımcı olan bu kuruluş ,Afganistan’da ABD’nin çıkarları sözkonusu olduğunda Nato antlaşmasının teröre karşı koruyucu maddelerini Afgan savaşı nedeniyle harekete geçirmiştir . ABD ve İsrail kendi çıkarları için kuzey Irak’ta kukla devlet kurarken , örgüt üyesi Türkiye’nin korunması için işletilmeyen teröre karşı koruma maddeleri , ABD’nin en küçük çıkarları sözkonusu olduğunda hemen Afganistan’da devreye sokulmuştur . Sırf bu konu bile ,Türkiye’nin Afganistan’da ABD’nin yanında savaşması açısından ciddi bir handikap ve tartışma konusudur . Bu gibi sorunlar ABD’nin çıkarları kadar diğer üye ülke olan Türkiye’nin de ulusal çıkarları açısından değerlendirilmek zorundadır . Türkiye ,kendisinin olmayan Irak savaşına nasıl son anda girmekten kaçındı ise , gene kendisinin olmayan Afganistan ve İran savaşlarından da kaçınmaık durumundadır . Bir müslüman ülke olarak Türkiye’nin yanıbaşındaki İslam ülkelerine batının hırıstıyan emperyalizmi ya da İsrail’in siyonizminin çıkarları doğrultusunda savaş açılmasına alet olması ya da dış baskılarla katılması düşünülemez . Türkiye’den soğuk savaş dönemi alışkanlığı ile böylesine bir haksızlığa alet olmasını ya da katılmasını beklemek gerçekci değildir . Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu devlet ve ordu birikimi ile dünyanın değişen koşullarını kendi ulusal çıkarları doğrultusunda değerlendirerek ,yeni bir tutum belirleme hakkına ve kapasitesine sahip bulunmaktadır . Batılı dost ve müttefik ülkelerin bu durumu kabül etmelerinde karşılıklı ilişkiler açısından yarar vardır .

Yeni Amerikan başkanı Obama görevi teslim alırken yaptığı konuşmada ,Aümerikan askerlerinin en kısa zamandaırak’tan çekileceğini ama Afganistan’da kalacaklarını ve sonuçsuz savaşı ellerinden geldiğince sonuna kadar sürdüreceklerini resmen açıklamıştır . İsrail yüzünden orta Doğu’ya takılıp kalan ABD’nin bu on yıllık zaman dilimi içerisinde diğer kıtalardaki üstünlüğünü yitirmesi, ABD’nin aklını başına getirmiş ve bu nedenle Orta Doğu’dan çekilmeye karar vermiştir . ABD İsrail için Irak’ta savaşırken ,Rusya Kuzey buz denizinde ,Brezilya Latin Amerika’da ,Çin ve Hindistan Asya’da ve Afrika’da , yayılmaya başlamışlar , Avrupa Birliğigiderek ABD’den uzaklaşmış ve İsrail yüzünden ABD dünya kıtalarındaki üstünlük konumunu yitirmiştir .Şimdi gelinen bu aşamada ABD yeniden küresel gücünü toparlayabilmek için , Orta Doğu’daki yükünü Türkiye’nin üzerine atmağa çalışymakta ama , dünya hegemonyasında kendisinin en büyük rakipleri olan Çin,Rusya ve Hindistan gibi dev ülkelerin önünü kesebilmek doğrultusunda afganistan savaşını sürdürmek istemektedir . Obama’nın son çıkışları ve açıklamaları bu durumu açıkca doğrularken , ABD ile İsrail’in bu yüzden arasının açıldığı görülmektedir . ABD devletine siyonist neokonservatifler yüzünden tam olarak egemen olamayan yeni başkan Obama , ABD merkezli küreselleşmeyi zorlamak için Asya kıtasındaki Afgan savaşına öncelik vermektedir. Afganistan’da ABD varolduğu sürece , Asya güçlerinin bu orta Asyanın geçiş ülkesi üzerinde etkili olmaları mümkün görünmemektedir . Amerikan devleti artık kendi ordusunu İsrail siyonizmi için daeğil ama Amerikan hegemonyası doğrultusunda kullanmak istemekte ,bu doğrultuda kendi istediklerini yapabilmek için de Türkiye’yi kullanmağa çalışmaktadır . Hem Orta Doğu’dan çekilirken ,bölge güvenliğini Türkiye üzerine yıkarak Türkiye’yi İsrail’e karşı öne sürmekte hem de , Afgan savaşının en yoğun ve kanlı döneminde Türk askerini emperyalizmin piyonu olarak Afgan dağlarında Taliban ve El-Kaide terörüne karşı sahaya sürmeğe çalışmaktadır . Ancak geri zekalı geri kalmış ülkelere kabül ettirilebilecek emperyal projeler için Türkiye’nin zorlanması ,önümüzdeki dönemde sonuç vermeyecek , Türk devleti Irak savaşına karışmadığı gibi İran ve Afgan savaşlarına da saldırgan batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda girmeyecektir . Türkiye’yi böylesine zor bir misyona zorlayan empqeryal güçlerin bu durumu artık görmeleri gerekmektedir . Kuzey Irak’taki bölücü terörü Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak ve bu durumdan yararlanarak Türkiye’ye istediklerini kabül ettirmek için çaba sarfeden batılı emperyalistlerin bu doğrultuda bir sonuç alamıyacaklarını artık görmeleri gerekmektedir .

Yeni dünya koşullarında Afganistan üzerinde yeni bir denklem oluşmuştur . İngiltere ile rusya arasında bir tampon ülkeolarak yüz yıl önce kurulmuş olan bu ülkenin ,yirmibirinci yüzyılda çok kutuplu dünya ile Asyabütünleşmesinin geçiş kapısı ya da kilit ülkesi konumuna geldiği görülmektedir . Bu durumu iyi bilen ABD , Pakistan üzerinden Taliban’ı kurdurarak ülkeyyyi karıştırmış ve bu karışıklığı şimdiye kadar sürdürerek kendisine karşı bir alternatif çözümün bu bölgeden Asya merkezlmi olarak dünya platformuna çıkışını önlemiştir . II Eylül provakasyonu , Irak ve Afganistan savaşları için elverişli ortam yaratmış ve kendi kendini mağdur durumuna düşüren ABD emperyalizmi ,bu durumdan yararlanarak Irak ve Afganistan gibi müslümanmülkelere saldırmayı gerçekleştirebilmiştir . Böylesine bir emperyal çıkış için bazı İslami grupları kendi istihbarat örgütleri üzerinden teröre yönlendiren ABD , bu grupların yarattığı tepkilerden yararlanarak teröre karşı savaş görünümünde emperyal planları doğrultusunda Orta Asya ve Orta Doğu savaşlarını sürdürerek bugünlere gelmiştir . Ne var ki gelinen aşama ABD açısından tam bir hüsrandır,çünkü tek kutuplu bir küresel imparatorluk için sürdürülen mücadele sonucunda bunun tamamen tersi olarak çok kutuplu bir dünya öne çıkmış ve ABD’nin askeri savaşları ve masrafları hiç bir işe yaramamıştır .Hattatamamen tersiyönde geleşmelere yol açarak yeniden büyük bir Amerikan düşmanlığının bütün dünya ülkelerinde yaygınlık kazanmasına yol açmış, İsrail’i ise bütünüyle dış dünyadan tecrit etmiştir . İsrail bu yüzden elinde kalan tek yol olan savaşı sürdürmek istemekte ,ABD ise G-20 ülkeleri gibi yeni projelerle kendisine karşı oluşan bütün büyük kutupbaşları ile büyük ülkeleri tek bir çatı altında toplayarak bu kez hegemonyasını savaş yerine işbirliği görünümü altında sürdürmek istemektedir . G-20 oluşumu ile bütün rakiplerini kendi önderliğinde yeni bir gruplaşmanın içine çekmeğe çalışan ABD , Afganistan savaşını sürdürerek Asyalı üç büyük kutupbaşı ülkenin önünü kesmeyi sürdürerek ikili bir politika uygulamayı tercih etmektedir . İşine geldiğinde konferans salonlarını kullanan ABD emperyalizmi işine geldiğinde de dağlarda savaşları kullanmakta ve böylece dünya dengelerine oynayarak yeniden süper güç konumunda tek kutuplu dünyanın merkezi gücü olmağa çalışmaktadır . Ne var ki , ABD’nin bu açıdan treni çoktan kaçırdığı bellidir ,Bu durum açıkca görünmesine rağmen ABD emperyalizmi eski alışkanlıkların etkisi ile gene eskisi gibi tek kutuplu bir hegemonyanın arayışı içerisindedir . Türkiye’yi de bu doğrultuda hem askeri güç olarakhem de merkezi ülke olarak kendi planları doğrultusunda kullanabilmenin çabası içerisindedir .

Bugünün dünya koşullarında Türkiye Afganistan’a asker gönderemez ve göndermemelidir .,çünkü bu bir haksız savaştır ve bir emperyal saldırganlıktır . Kendisi emperyal bir ülke olmayan Türkiye Cumhuriyetinin batı hırıstıyan emperyalizminin ya da Yahudi İsrail siyonizminin çıkarları doğrultusundaki bir savaşa girmesi kesinlikle düşünülemez . Böylesine bir durum Türkiye cumhuriyetinin kuruluş gerekçesine ters düşmektedir . Osmanlı imparatorluğu gibi Türk ve müslüman bir devleti yokeden batının hırıstıyan emperyal ordularına karşı bir ulusal direniş ve kurtuluş savaşı sonrasında kurulan bağımsız devlet olarak Türkiye cumhuriyeti ,kendisi gibi emperyalizmin tehdidi altında bulunan dünya ülkelerine karşı değil ama onlar ile aynı saflarda kuruluş günlerinde olduğu gibi antiemperyalist bir çizgide hareket ederek onların yanında yer almak durumundadır . Irak gibi Afganistan’da mazlum bir ülkedir . Emperyalist saldırganlık bu iki ülkenin yüzbinlerce insanının ölümüne neden olmuştur .Irak’ta bir buçuk milyon ,Afganistan’da ise bir milyon dan fazla masum insan haksız savaşlar yüzünden katledilmişlerdir . Bu nedenle , Irak’ta olduğu gibi Afganistan’da savaşın bir an önce durması gerekmektedir . Bu doğrultuda , bir Afgan barışı projesi dünya gündemine getirilmeli ve Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde hızla devreye sokulmalıdır . Afganistan’a Türk askeri gönderileceğine bütün Amerikan askerleri bu ülkeden geri çekilmeli , yerine büyük bir Birleşmiş milletler askeri gücü gönderilmelidir . Rusya ve Çin’in de üye olduğu Birleşmiş milletler Güvenlik konseyinden alınacak kararlar doğrultusunda , ABD ve batılı müttefikleri barıştan yana hareket etmeli , Nhato birbatı hegemonyası askeri gücü olarak Afganistan’da asyalı mazlum insanlara karşı kullanılmamalıdır . Nato yerine Birleşmiş Milletler Afganistan’da yönetimi ele almalı , bir ara Namibya’da uygulanan geçici Birleşmiş Milletler yönetimi bir manda idaresi biçiminde acilen uygulamaya konulmalıdır . Ancak bu yoldan ABD Afganistan batağından kurtulabilir ve hegemonya için göstermelik terör savaşı sona erdirilebilir . Birleşmiş Milletler’in Afganistan’da oluşturacağı yeni yönetim ,ABD sonrasında bu ülkeye Çin,Rusya ya da Hindistan’ın müdahale etmesini önleyerek ,bu tampon ülkenin yeniden savaşlara sürüklenmesinin önüne set çekebilir .

Afganistan bir müslüman ve nüfusunun çoğunluğu Türk olan bir Asya ülkesi olarak Türkiye Cumhuriyetinin ilgi alanı içerisindedir . Atatürk döneminde Türkiye’den Afganistan’a asker gönderilmemiş ama eğitim amacıyla epeyce bir Afgan askeri Türkiye’ye gelmiştir . İki ülke arasında askeri antlaşmalar imzalanmış ve Türkiye cumhuriyeti bu ülkeye yönelik bütün saldırılara karşı afgan devletine destek olma sözü vermiştir . Şimdi Amerikan emperyalizmi için Türk askeri bu duruma tamamen ters düşerek Afganistan’a gönderilemez . Afgan askerleri gene eskiden olduğu gibi gelip Türkiye’de eğitim görebilirler ya da Türkiye ile Afganistan arasında imzalanacak yeni işbirliği ve güvenlik antlaşmaları ile Türkiye Afganistan’a her zaman her konuda yardım edebilir . Türkiye ile Afganistan ikinci dünya savaşı öncesinde Atatürk ve İran şahının öncülüğünde oluşturulan merkezi güvenlik paktı olan Sadabat paktının iki eşit üyesidirler . Türkiye’nin Avrasya stratjisinde izlenen milli yolda , Güney avrasya Türk hattı Türkiye’den başlamakta , İran’dan geçerek Afganistan’a kadar uzanmaktadır . Yeni Avrasya oluşumunun Güney Türk hattında Türkiye Cumhuriyeti devleti İran ve Afgan devletleri ile beraber ve omuz omuzabir konuma sahip bulunmaktadır . Batı emperyalizmli kaynaklı Afgan,Pakistan ve Türkiye sünni hattı oluşturmak ve bu hattın üzerinden İran Şiiliğine yönelik bir düşmanlık ya da karşıt güç oluşturma girişimlerinin bu aşamada , Türkiye tarafından ciddiye alınması mümkün değildir . Pakistan’da bir müslüman ülke olarak Türkiye’nin hem dostu, hem müttefiki daha da ileriye gidilirse kardeşi olan bir ülkedir .Güney Avrasya hattında Türkiye ,İran ve Pakistan ile olduğu kadar Afganistan ile de yakın işbirliği ve dayanışma içerisinde olacak ve tarihten gelen Sadabat paktı birlikteliği çerçevesinde bu kardeş ülkenin güvenliği için bölgedeki diğer komşu ve kardeş ülkeler ile ortak bir güvenlik arayışı içerisinde olacaktır . Türkiye hiç bir zaman Amerikan askerleriyle Afgan dağlarında müslüman gerillalara karşı savaşmayacak , gelecekte bölgeye yönelik bir Çin hegemonyasında Uygur bölgesini dikkate alarak Çin ile hiç bir zaman bir askeri maceraya ya da savaş senaryolarına alet olmayacaktır . Türkiye İran ve Pakistan ile beraber bölgede terör ve savaşa karşı barış veistikrarı sağlayacak bir güvenlik örgütlenmesi arayışıiçerisinde olacaktır . Türkiye Afganistan’a Amerika istediği için değil ama , iki ülke ilişkileri ve bölgedeki gereksinmeler gerekli kıldığı noktada gidecek ve bu kardeş ülkeye sahip çıkarak yardımcı olacaktır . Çok kutuplu dünyada hiç bir kutup başı kendi politikası için Türkiye’yi kullanmağa kalkışmamalıdır . Türkiye bir Asya ülkesi olarak Asyalı kardeşleriyle her zaman birlikte olacaktır . Türk ulusu her durumda Afgan kardeşlerinin yanında olacak ama hiçbir zaman onlara karşı bir savaşın içerisinde yer almayacaktır . Bu nedenle ,haksız Afganistan savaşına Türk askeri gönderilemez .

10 Temmuz 2018 Salı

ANKARA KALESİ "DAS KAPİTAL'DEN KAPİTOKRASİ'YE" Prof.Dr. ANIL ÇEÇEN (10.Temmuz.2018) Birinci Dünya Savaşının yıkımları üzerine gündeme gelen devrimci dönüşümün içeriğini oluşturan ve geleceğe dönük çizgisini yapılandıran ideolojik gelişmeler, yarım yüzyıllık bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkıyordu ...

ANKARA KALESİ 
DAS KAPİTAL'DEN KAPİTOKRASİ'YE
Prof.Dr. ANIL ÇEÇEN
Yirminci yüzyıla damgasını vuran Sovyetler Birliği isimli dev siyasal yapılanmanın arkasında yatan ideolojinin oluşması, on dokuzuncu yüzyılın yarısından itibaren gündeme gelen siyasal gelişmeler ile ortaya çıkmış ve yaşanan olaylar ile birlikte gelişerek, yirminci yüzyılın başlarında, Birinci dünya savaşının tam ortasında, yer kürenin kuzeydeki en büyük ülkesi olan Rusya’da, sosyalist bir devrimin gerçekleşmesini sağlamıştır. Savaşın yıkımları üzerine gündeme gelen devrimci dönüşümün içeriğini oluşturan ve geleceğe dönük çizgisini yapılandıran ideolojik gelişmeler, yarım yüzyıllık bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkıyordu . Avrupa kıtasının sömürgecilikten zenginleşmiş ülkelerinde yaşanan siyasal gelişmeler , bir yanda kapitalist sistemin patronu konumundaki işveren sınıfını oluştururken ,birbiri ardı sıra kurulan fabrikalarda çok hızlı bir doğrultuda giderek artan çalışan kesimler de, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışına yardımcı oluyordu . Batı Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri geliştirdikleri kapitalist sistem ile birlikte yaşamaya alışırlarken , zaman zaman bunalımlara sürükleniyorlar ve böylesine darboğazlardan çıkabilme doğrultusunda yeni politikalar arayışına kalkışıyorlardı . Fransız devriminin alt üst ettiği Avrupa kıtası bir türlü durulamıyor ve birbirini izleyen siyasal gelişmelerin sonucunda , yeni bir dünya düzeninin sancıları çekilmeye başlanıyordu . Batı Avrupa’nın merkezi konumundaki Fransa hem bir sömürge imparatorluğu yürütüyor hem de gerçekleştirdiği siyasal devrim ile ulus devlet yapılanmasına yöneliyordu . Fransız devrimi bir yönü ile de Avrupa’daki sarsıntılar üzerinden geleceğin dünya düzenine giden yolu açıyordu . O zamana kadar krallıklar ile yönetilmiş olan bütün Avrupa ülkelerinde ,ulusal uyanışlar başlıyor ve krallık devletinden ulus devlete geçiş aşamasının bütün sancıları sırasıyla siyasal alana yansıyordu .

1830 yılında Avrupa’nın Macaristan ,Polonya ve Avusturya gibi çeşitli ülkelerinde ulusal uyanış hareketleriyle birlikte devrimci girişimler gündeme gelince, krallıkların bu gibi gelişmelere karşı tepkileri sert oluyor ve bu yüzden de siyasal dönüşüm girişimleri başarıya ulaşamıyordu . I848 ihtilalleri ise , tam anlamıyla yeni bir düzen oluşturamıyor ama yarattığı etkiler ile bunlara karşı geliştirilen tepkiler üzerinden , geleceğin dünyasını kuracak bazı gelişmelerin öncüsü oluyordu . Bu kez , fabrikaların kenarlarında büyüyen işçi mahallelerinin içerisinden çıkan ihtilalci girişimler , işçi sınıfının sendikalar aracılığı ile örgütlenmesi üzerine ihtilalci sendikalizm dünyanın gündemine giriyor ve işçileri ilk kez sınıfsal bir yapılanmaya doğru örgütlüyordu .Sömürgelerden getirilen ham maddelerin işlendiği fabrikaların bir tane sahibi varsa , bin tane de işçisi oluyor ve böylece hızla büyüyen işçi sınıfı bir avuç zengin patronun karşısına çıkıyordu . Bir çok fabrikada işçiler sendikalar halinde örgütlenirken , patronlara karşı ücret artışı doğrultusundaki talepleri ile baskı yapıyorlar , bu gibi istekleri kabül etmeyen patronların fabrikaları basılarak , işçilerin yönetiminde ilk özyönetim örnekleri ortaya konuluyordu . Fabrikaları ellerinden alınan patronlar bu durumdan çok rahatsız olunca soruna çare arıyorlar ve sonunda , ihtilalci sendikalizm hareketini önlemek üzere yeni bir alternatif olarak sosyalizm akımının gündeme gelmesine dolaylı yollardan yardımcı oluyorlardı . İhtilalci sendikalizm hareketi sendika çatısı altında yürütüldüğü için , bu harekete katılan herkes hem fabrika işçisi hem de sendika üyesi olarak davranıyordu .Böylesine bir hareket bütünüyle işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ve işçilerin insiyatifi altında gelişitirildiği için hareketi içeriden kontrol etmek mümkün olamıyordu .

1848 ihtilallerinden patronların gözü korkunca , para babaları işçi sınıfı ve sendikalar ile karşı karşıya kalmamak üzere , yeni bir hareketin örgütlenmesini uygun görüyorlardı . I848 kalkışmalarından fazlasıyla zarar gören patronlar bir daha böyle bir olumsuz durum ile karşı karşıya gelmemek üzere işçi sınıfını ve çalışan halk kitlelerini yeni bir siyasal akım olarak sosyalizme yönlendiriyorlardı . Sosyalizm emeği en yüce değer olarak öne çıkarırken , işverenlere karşı işçi sınıfının sınıfsal mücadelesini siyasal ya da sosyal çekişme olmaktan çıkartarak , geleceğe dönük bir yeni siyasal harekete dönüştürmeye çalışıyordu . Komünist manifesto bu aşamadan sonra yazılıyor ve böyle bir metni hazırlayanlar , ihtilalci sendikalizme karşı işçi sınıfının siyasal anlamda yönlendirilmesini sağlayacak ,bazı hazırlıklara girişiyorlardı . İşte bu aşamada , kapitalist sistemin gelişmesi sonucunda kapitale sahip büyük sermayelere sahip olan patronlar , on dokuzuncu yüzyılın tam ortalarında kapitalizmi ve bunun içinden işçi sınıfı ile birlikte çıkarılan sosyalizmi , sistematize edebilecek bazı yeni adamların atılmasını sağlıyorlardı . İşte Karl Marks tam bu aşamada , kapitalist sistemi ele alarak gelece yönelik yapılanmayı ve bunun içinden sosyalizmin oluşumunu giden çizgiyi ortaya koyduğu “Das Kapital “ isimli kitabını yazıyordu . Onun böyle bir eseri kaleme almasını , ihtilalci sendikalizmden çok çekmiş olan büyük patronların destek olduğu, o dönemin koşullarında görülmüştür . Daha sonraki aşamada kapitalist bir dünya devletinin kurulmasına öncü olan Bavyeralı Rothshild ailesi Das Kapital’in yazarı ile temasa geçerek onun bu doğrultudaki çalışmalarına destek sağlamışdır . Almanya’da başlayan bu gibi çalışmalar daha sonraki aşamada o dönemdeki dünya devletinin başkenti olan Londra’da devam etmiştir . Marks ve Engels ,on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hazırladıkları kitapları ile bilimsel olduğu söylenen sosyalizm akımının oluşumunu sağlayarak ,işçileri aydınların kontrolu altına yönlendirmişlerdir.

Das Kapital ile , kapitalist sistem genel olarak ele alınıp incelenirken , kapital sahibi patronların istedikleri gibi zenginleşmelerinin önü , diyalektik olduğu söylenen bir düşünce ile açılmaya çalışılmıştır . Marks’a göre sonunda kapitalizmden sosyalizme geçilecek ama önce kapitalizmin çok gelişmesi ve en üst düzeye gelmesi gerekmekte ve daha sonra bu duruma karşı toplumda bir büyük tepki oluşacak ve o tepkinin temsilcisi olarak işçi sınıfı komünist devrim yaparak kapitalizmden sosyalizm sistemine geçişi , kurulacak olan proleterya diktatörlüğü aracılığıyla tarih sahnesinde gerçekleştirecekti . Burada da işçi sınıfının diktatörlüğünün öne sürülmesine rağmen , sosyalist hareket sendikaların dışında gelişecek ve toplum içinden yetişerek çıkmış olan aydınlar ve diğer çalışan halk kitleleri de gelişmelerin içinde yer alacağı için dolaylı yollardan bir işçi ve işveren çekişmesinin önü kesiliyordu . Halk tabanına sosyalizm yeni bir akım olarak lanse edilirken , tüm Avrupa’yı alt üst ederek işçi-işveren çekişmesine yol açan ihtilalci sendikalizmin önü kesiliyordu . Yazılan kitaplar aracılığı ile sosyalizm bilimsel görünümlü bir sistematiğe yönlendirilirken , aslında halk kitlelerine yeni bir ütopya aşılanmaya çalışılıyordu . Das Kapital bu doğrultuda bir başlangıç adımı oluyor ve bu kitabın tezlerinin çalışan kitlelere doğru yaygınlık kazanması ile de , sendikalizmden sosyalizme geçiş zaman içerisinde gerçekleştiriliyordu . Rotshschild gibi patronların ,sosyalizm akımının geliştirilmesi için çaba göstermesini , Karl Marks’ın kapitalist sistemi rayına oturtmak üzere hazırladığı Das Kapital isimli kitap izlemiştir . Sömürgeciliğin desteği ile sürekli olarak güçlenen kapitalist kesimler ,dinci ya da ulusalcı siyasal akımların haklı tepkileri ile karşılaşmamak üzere sosyalizme giden yolu açık tutmaya çalışmışlardır . Sermaye birikimi kapital olarak büyük patronların elinde toplanırken , giderek bir finans kapital düzeni oluşturan zengin patronlar ,sahip oldukları zenginliği toplum ile paylaşmak yerine kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya dikkat etmişlerdir . Bir ekonomik sistem olarak ortaya çıkan kapitalizmin bu aşamadan sonra kendi siyasal yapılanmasını da geliştirmeye çalışması , demokrasileri de kapitokrasiye dönüştürmüştür .

Avrupa kıtasında on dokuzuncu yüzyılın siyasal gelişmeleri , birbiri ardı sıra belirli insiyatifleri öne çıkarırken , kapitalist sistemin gelişmelerine paralel bir düzeyde bazı sosyalist oluşumlar da göze çarpmaktadır . Kapitalist sistemin adamları sermaye birikiminin yeni bir sisteme bağlanmasını gündeme getirirken ,ülke rejimlerinin de giderek çöküşe gitmesini sağlayan iş çevreleri patronlar üzerinden bir sermaye egemenliğini gerçekleştirerek bugünün kapitokrasi adı verilen sermaye egemenliği aşamasına geçişi hızlandırmışlardır .Avrupa’da fabrikalar düzenine geçilmesiyle birlikte artan çalışan kitleler , hem işçi sınıfı olarak hem de halk grupları olarak ülkelerin siyasal yönetimlerinde söz sahibi olmak ve pay almak üzere harekete geçmişler ve bu doğrultuda siyasal gelişmeler tırmanarak devam etmiştir . Sosyalist ve komünist partiler batı ülkelerinde birbiri ardı sıra kurulurken , çok ciddi teorik tartışmalar ve siyasal çekişmeler on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının büyük ülkelerinin siyasal gündemlerini belirlemiştir . Avrupa kıtası böylesine siyasal çalkantılar ile sarsılırken , uzun süren bir savaş dönemi sonrasında Fransa’daki devlet düzeni çökmüş ve 1871 yılında bu ülkenin başkenti Paris’te bir komün yönetimi kurulmuştur . Paris komünü , Karl Marks’ın görüşlerine paralel doğrultuda kapitalist sistemin çöküşü ile birlikte gündeme gelmiş ve Avrupa’nın tam ortasında , bir yılı aşkın bir süre komünist yönetim devam etmiştir . Daha sonraları diğer kapitalist ülkelerin yardımları ve burjuva sınıflarının seferber olması üzerine , Marsilya üzerinden oluşturulan bir ulusal hareket ile , Paris komünü yönetimine son verilerek yeniden , Fransız devriminin geliştirmiş olduğu ulus devlet düzenine dönülmüş ve burjuvazi , böylece işçi sınıfına karşı uluslar arası dayanışma düzenine girerek, kapitalizmi her türlü komünist ya da sosyalist girişime karşı korumaya çaba göstermiştir . Bir yıllık Paris komünü yönetimi burjuvazi açısından çok öğretici olmuş ve bir daha hiçbir kapitalist ülkede böylesine komünist ya da sosyalist bir yönetimin oluşumuna izin verilmemesi konusunda uluslar arası alanda ciddi bir burjuvazi dayanışması sağlanmıştır .

Paris komün yönetiminin kurulduğu yıl , bu oluşumdan önemli dersler çıkarılmış ve bunun üzerine gelecekteki dünya düzenini yakından etkileyecek iki olay aynı yıl içerisinde gerçekleşmiştir . Önce Fransa’yı yenerek Avrupa’nın merkezinde yeni bir güç merkezi olarak Alman devleti ortaya çıkmış ve bütün Cermen topluluklarını bir araya getirerek Alman Birliği’nin oluşturulması doğrultusunda Prusya devleti kurulmuştur . Atlantik merkezli sömürgecilik düzeni Batı Avrupa üzerinden geliştirilirken , geride kalan Almanya ve İtalya birliklerini gecikerek kurduktan sonra diğer emperyal devletler ile rekabete kalkışmışlar ama sömürgecilikte geç kaldıkları için istedikleri gibi uluslar arası alanda etkili olamamışlardır . Akdeniz ve Afrika’da kendine sömürge alanı arayan orta Avrupa ülkeleri , bu girişimlerinde başarılı olamayınca, Avrupa kıtası içinde gerginlik kaynağı olmuşlar ve batı Avrupa ülkeleri ile sürekli bir çekişmeyi tırmandırmışlardır . Avrupa kıtası Birinci Dünya Savaşına doğru yol alırken , Paris komünü olgusu Amerika’da başka türlü değerlendirilmiş ve bu olay üzerine kapitalizmin yeni büyük ülkesi Amerika’nın Chicago kentinde on büyük sanayici bir araya gelerek , toplantı yaptıkları yuvarlak masanın etrafında , uluslar arası bir dayanışma oluşturduklarını bütün dünyaya ilan ederek , bu doğrultuda “Yuvarlak Masa “ adı ile ilk dünya devletini kurmuşlardır . Yuvarlak masa çevresinde bir araya gelen büyük patronlar ,kapitalizmin önemli merkezlerinden Paris kentinde kendilerine karşı oluşturulan komünist yönetime karşı birleşmişler ve bir daha böyle bir durum ile karşı karşıya kalmamak üzere geleceğe dönük kapitalist bir dünya devletinin ilk çekirdeğini ortaya çıkarmışlardır . Atlantik ülkelerine karşı bir orta Avrupa insiyatifi olarak Alman birliğinin sağlanması , İngilizlerin ortağı Amerikalıları da telaşa düşürmüş ve bunun sonucunda da on büyük sanayici bir araya gelerek , dünya devletine giden yolda Yuvarlak Masa örgütünü bütün dünyaya ilan etmişlerdir . Uluslar arası düzeni oluşturan İngiliz İmparatorluğunun daha sonraki aşamada Amerika Birleşik devletleri ile birlikte , yeni bir dünya devleti düzeni ne yönelmesinde Yuvarlak Masa örgütü etkili olmuştur . Böylece kapitalist dünya içinde komünizmin önü kesilirken , orta Avrupa ülkelerinin Atlantik ülkelerine rakip olmalarına da izin verilmemiştir .

Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde , Atlantik ülkeleri ile orta Avrupa devletleri arasındaki çekişme önce bir kavgaya dönüşmüş ve daha sonraki aşamada da Birinci Dünya Savaşı bu yüzden çıkmıştır .Dünyayı yöneten Atlantik ittifakı , İngiliz-Amerikan ortaklığında yürürken , İngiltere’nin sömürgecilik ortağı olan Fransa bir daha komünist yönetime sürüklenmemek üzere Atlantik ittifakı içerisinde yer almış, bu yüzden de Birinci Dünya savaşını Atlantik ittifakı kazanmıştır . Atlantikçiler kendilerine rakip olan Avrupa ülkelerini bir cihan savaşı üzerinden geride bırakırlarken , gelecekte küresel bir kapitalist düzenin önünü açmak üzere, bir komünist yapılanmayı Rus devrimi ile Avrasya bölgesinde gündeme getiriyorlardı . New York borsasınının arkasındaki sermaye güçleri yüz binlerce doları Troçki ile Moskova’ya göndererek kızıl ordunun kurulmasını finanse ediyorlar ve böylece Japon savaşı sonrasında çökertilen Rusya’nın eski düzene dönüşünü engelleyerek , bu ülkeye dışarıdan gönderilen Bolşevik kadrosu ile enternasyonel bir sosyalist düzeninin önünü açıyorlardı . Böylece , batılı kapitalistlerin Karl Marks’ın öngördüğü gibi bir komünist düzenin gelişmiş kapitalist ülkelerde değil ama Rusya gibi geride kalmış bir kırsal alan ülkesinde kurulmasına giden yolun önünü açıyorlardı . Karl Marks gelişmiş bir işçi sınıfının kapitalist zenginlerin diktasına son vereceğini söylerken , Amerikalı kapitalistler bir avuç Bolşevik aydının öncülüğünde işçi sınıfı olmadan bir sosyalist devrimi Rusya’da gerçekleştiriyorlardı . Burada ülke koşullarının elverişsizliğine rağmen , kırsalbir ülkede sosyalist devrimin gerçekleşmesi ,tamamen uluslar arası konjonktürde batılı kapitalistlerin kendi ülkelerindeki gelişmiş kapitalist düzen içerisinde , yeni bir Paris komünü macerasını önlemek amacını taşıyordu . Atlantik merkezli batı kapitalizmi Birinci dünya savaşı aşamasında ,hem Avrupalı rakiplerini devre dışı bırakıyor hem de kapitalizmin dünyaya yayılmasının önünü açmak doğrultusunda Avrasya bölgesinde bir sosyalist devrimi okyanus ötesinden örgütleyerek komünizmin batılı kapitalist ülkelerde yeniden yeşermesinin önünü kesiyordu .

Rusya’da işçi sınıfı olmadan yapılan sosyalist devrimin , emperyalizmin gündeme getirdiği Atlantikçi dünya devleti yapılanmasının bir organizasyonu olduğu, aradan geçen uzun zaman dilimi sonrasındaki gelişmeler sayesinde aydınlığa kavuşmuştur .Normal koşullarda Paris komünün sonrasında , Marksizme göre en gelişmiş kapitalist ülkeler olan İngiltere , Almanya ve Fransa’da gelişmiş işçi sınıfının devrim yapması gerekirken , hiç gelişmiş sanayi düzeni ve işçi sınıfının bulunmadığı bir kırsal ülkede sosyalist devrimin dışarıdan gelen bir avuç aydının önderliğinde yapılması ,ancak uluslar arası bir gücün , daha önce hazırlanmış bir senaryo doğrultusunda uzaktan kumandalı bir manüplasyona kalkışması ile açıklanabilmektedir . Onbeşinci yüzyıl sonrasında batılı emperyalist ülkelerin bütün dünya kıtalarını ve kara parçalarını ele geçirerek buraları sömürgeleştirmesi nasıl dışarıdan gündeme getirilen bir siyasal gelişme ise , beş yüz yıl sonra dünya devleti konumuna gelen batı kapitalizminin küresel bir yaygınlaşma açılımı araması sırasında , tam aksi çizgideki sosyalist devrim böylesine bir arayışın sonucu olarak tarih sahnesinde gün yüzüne çıkmıştır . Kapitalist sisteme bütünüyle karşı bir çizgide öne çıkması beklenen bir sosyalist devrim ve bunun sonucundaki komünist yapılanma , görünen durumun aksine dünya devleti yapılanması olarak öne çıkan Yuvarlak Masa örgütü ve buna bağlı olarak bir evrensel kapitalist insiyatif ortaya koyan New York borsası tarafından finanse edilerek desteklenmiştir . Böylesine bir süreç içerisinde batı kapitalizmi küresel bir açılımı geleceğe dönük olarak uygulama alanına sokarken , anti kapitalizm olarak görünen sosyalist düzeni , gerçekte tamamen tersi bir doğrultuda bir pre-kapitalizm olarak öne sürmüştür . Sovyet devrimi sonrasında azgelişmiş ülkelerde oluşturulan bütün sosyalist yapılar ,bu ülkelerin toparlanmasını ve gelecekte dışa açılmaya elverişli bir altyapı kurulmasını gerçekleştirerek bugünün küreselleşmesinin önünü açmıştır .

Sovyetler Birliği sayesinde , doğu bölgesindeki eski imparatorluklar tarih sahnesinden silinmiş ,küresel sermayenin patronu olan Siyonist lobilerin öncülüğünde İsrail İslam dünyasının tam ortalarında kurulabilmiş , geçici bir dönem uygulanan sosyalist rejimler sayesinde doğu bölgesinin geri kalmış ülkeleri sosyalizm sonrası dönemde küreselleşme projesi doğrultusunda dışa açılarak uluslar arası kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasının öne açılmıştır . Anti-kapitalist görünümlü sosyalizmin pre-kapitalist bir çizgide batı emperyalizmi tarafından kullanılması , Atlantik kıyılarında İngiliz-Amerikan ortaklığı ile kurulmuş olan dünya devletinin evrensel alanda güçlenmesini sağlamış , ABD’nin merkezi coğrafyaya gelmesi ile beraber kurulma şansını elde eden İsrail de Siyonist lobiler üzerinden Atlantik emperyalizminin oluşturduğu dünya devleti yapılanmasının yeni merkezi olmaya doğru yol almıştır . Birinci dünya savaşı ile Avrupa devletlerinin gücünü kıran , Sosyalist devrim ile komünist yapılanmayı Avrasya bölgesine taşıyan , ikinci dünya savaşı sonrasında merkezi bölgeye gelerek yerleşen dünya devleti yapılanması , soğuk savaş sonrasında da doğu blokunu tasfiye ederek ABD merkezli bir yeni dünya düzeni oluşumunun ardında koşmuştur . Kapitalizmin patronları komünizmi bile kendi hegemonyaları altında bir dünya imparatorluğu doğrultusunda kullanırken , kendilerinin dışında hiçbir insiyatif ile küresel egemenlik düzenini paylaşmaya yanaşmamışlardır . Hep kendilerine çalışan bir hegemonya düzeni içerisinde dünya devletlerini harita üzerinden silmeye çalışırlarken , beş kıta üzerinde yaşam mücadelesi vermekte olan halk kitlelerini, ciddi bir yoksulluk ve açlık düzensizliğine sürükleyerek yok olmaya mahkum etmektedirler . Atlantik kıyılarında bir avuç zenginin oluşturduğu bu küresel imparatorluk yapılanması ,insanlığın başına iki cihan savaşı getirdiği gibi şimdi de aynı doğrultuda bir üçüncü dünya savaşı zorlamasını tüm insanlığa dayatmaktadır .

Ne var ki , uluslar arası finans kapital düzeninin para babaları bu kez üçüncü bir dünya savaşı çıkartma sürecinde geç kalmış görünmektedirler . ABD merkezli bir dünya yapılanmasını uygulama alanına getirebilmek üzere karşı kutup olarak Sovyetler Birliği oluşumunu destekleyen dünya devletçileri , bir senaryo ile kurdukları doğu imparatorluğunu hiçbir savaşa meydan vermeden işbirlikçi kadrolar aracılığı ile uzaktan kumandalı bir biçimde tasfiye etmişlerdir . Sosyalist bloku ortadan kaldıranlar ,ABD merkezli yeni dünya düzeni yaratabilmek için çeyrek yüzyıl uğraşmalarına rağmen başarısız kalmışlar ve iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş için uğraşılırken ,bu gibi dayatmalara tepki olarak , bir süre sonra ortaya çok kutuplu yeni bir dünya yapılanması kendiliğinden çıkmıştır . İki dünya savaşı sonrasında bir dünya barışı için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünü kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda devre dışı bırakmaya çalışan küresel kapitalist sistem , bunun yerine Dünya Ticaret Örgütünü kurarak sonuç almaya çalışırken, kapitalist sistem üzerinden kurulacak yeni dünya düzeni yapılanmasını bir türlü bütün ülkelere kabül ettirememiş ve ortaya çıkan tartışmalar sonrasında Rusya,Çin,Hindistan ve Brezilya gibi binlerce kilometre karelik alanlarda milyonlarca nüfusu barındıran dört büyük dev ülke batı kapitalizmine karşı çıkmıştır . Karl Marks’a “Das Kapital “ kitabını yazdırarak yola çıkan dünyanın en büyük kapitalistleri , bu doğrultuda harita üzerinde yer alan bütün dünya demokrasilerini finans kapitalin güdümündeki bir kapitokrasiye doğru sürüklemeye çalışmışlar ve bu doğrultuda epeyce bir mesafe kazanarak , küresel bir kapitalist emperyalizmin kurucusu konumuna gelmişlerdir . Dünya halkları kendi yazgılarına egemen olma çizgisinde var olan demokrasilerde hak ve özgürlük mücadelesi verirlerken , küresel emperyalizmin ortaya çıkardığı etnik ve dinsel kavgalar yüzünden, istedikleri ileri demokrasi düzenine erişememişler ama iç kavgalar yüzünden patronların demokrasileri kapitokrasiye dönüştürmesini izlemişlerdir .

Küreselleşme akımı sonrasında kapitalizm tekelci şirketler aracılığı ile bütün dünya ülkelerine yayılırken batı şirketlerinin ekonomik alanda etkinlikleri fazlasıyla artmış ,yeni demokrasi projeleri ile emperyalist doğrultuda var olan devlet düzenleri tasfiye edilirken küresel şirketler dünyanın her bölgesine girerek, doğal kaynaklara ve var olan zenginliklere el koymuşlardır . Dün silah zoru ile alamadıkları bölgeleri , bugün gelinen noktada döviz üzerinden para gücü ile almaya başlamışlar ve böylece kapitalin hegemonyası batının dışında kalan diğer bölgelerde de kurulmuştur . Böylesine bir süreç içerisinde devletler kendi ekonomilerini kontrol etme olanaklarından yoksun bırakılırken , devletsizlik ortamına mahkum edilen dünya halkları da ,yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır . Nüfusun büyük çoğunluğu yoksulluğa sürüklenirken , finans kapitalin eski patronları zenginliklerine yeni lerini ekleme şansını elde etmişler ve destekledikleri küreselleşme politikaları ile yüzde bir toplumu denilen büyük bir çarpıklığa ,dünya halklarını mahkum etmeye yönelmişlerdir . Büyük zenginlerin temsil ettiği yüzde birlik kapitalist nüfus , küreselleşme girişimleri sayesinde aşırı bir biçimde zenginleşirken , halkın yüzde doksan dokuzluk çok büyük kısmı açlık sınırında bir yoksulluğa mahkum edilmiştir . İşte yüzde birlik aşırı zengin kesimin tekelci çıkarları doğrultusunda dünya ülkelerinin yönlendirilmeye çalışılması ile birlikte , demokrasilerin kısa zamanda kapitokrasiye dönüştüğü görülmüştür . Din ve imanın geride bırakıldığı , yolsuzluk ve hırsızlığın hızla tırmanışa geçtiği , ahlakve hukukun artık eskisi gibi bir toplum düzeni oluşturamadığı yeni dönemde , para bütün kilitleri açan anahtar olarak , demokratik rejimlerin sermaye düzenlerine dönüşümünü ortaya çıkarmıştır . Açlığa mahkum edilen halk kitlelerinin egemenliğinin artık eskisi gibi demokratik rejimlerde geçerli olamadığı yeni aşamada , halk egemenliğinin yerini patronların egemenliğinin aldığı ve bu doğrultuda bir sermaye egemenliği düzeninin kapitokrasi görünümünde gündeme getirildiği görülmüştür .

Kapitalizmin küresel bir imparatorluk doğrultusunda bütün dünyaya yayılması hedeflenirken , batı ülkelerinde yüzde birlik bir aşırı zengin kesimin ortaya çıkmasıyla birlikte, kapitalist sistem büyük bir bunalıma sürüklenmiştir . Küresel sermaye ve şirketlerinin Dünya ticaret Örgütü üzerinden bütün dünyaya dayattığı ekonomik açılımlar ile , Dünya bankası ve Uluslar arası Para Fonu gibi evrensel ekonomik kuruluşlar aracılığı ile ülkeleri kurtarmak üzere hazırlanan ekonomik reçetelerin tamamen tersi sonuçlar ortaya çıkarması ve bu süreçte batı emperyalizmine kendini kaptıran ülkelerin hızlı bir çöküş ve dağılma noktasına gelmesiyle birlikte , batı ülkeleri kapitalist düzende yeni yapılanmaların arayışı içerisine girmişlerdir . Sistemin üretmiş olduğu zenginliğin giderek ulusal gelirden çok fazla bir noktaya gelmesi üzerine , küresel kapitalizm iflas etme aşamasına gelmiştir . Küresel politikaların zenginliği aşırı bir çizgide pompalaması ve küçük bir azınlığın elinde büyük zenginliklerin birikmesi üzerine, bütün ülkelerde gelir dağılımı dengeleri bozulmuş ve küreselleşme çok büyük bir ölçüde gelir uçurumu ortaya çıkarmıştır . Ekonomik zenginliği küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşması ile dünya halkları aç ve açıkta kalmaya mahkum edilmiş ve bunun üzerine küresel emperyalizme karşı çok büyük bir muhalefet yeryüzü kıtalarında gelişmeye başlamıştır . İlerleyen zaman dilimleri içerisinde ortaya çıkan servet birikimlerinin büyük oranlarda şişkinleşmesiyle birlikte miras yolu ile servetin aile içinde yeni kuşaklara aktarılması aşırı derecede zenginlik birikiminin gene belirli ellerde toplanmasına yol açmıştır .Bankacılık düzeni üzerinden oluşturulan finans sistemi sayesinde, paradan para kazanma yolu açılmış ve geçmişten miras oylu ile elde edilen kazançlar zaman içerisinde aşırı birikimlere yol açarak , hiçbir yatırım ya da üretim yapmadan para kazanma yolu ile finans kapitalin genişlemesi sağlanmıştır . Paradan para kazanma yolu ile demokrasilerin kapitokrasiye dönüşmesinin önü açılmıştır . Durduk yerde çoğalan para miktarı ile ülke ve toplum için hiçbir anlam ifade etmeyen büyük zenginlikler gündeme gelmiştir .

Ulus devletlerin sınırlarının küresel emperyalizm tarafından görmezden gelinmesiyle birlikte sınır ötesi sermaye harekatı hız kazanmış ve ulusal ekonomlerin çöküşüne giden yol açılmıştır .Devlet gücünün zayıflaması üzerine servetten vergi alabilecek iktidar işbaşına gelememiş , zenginlerin desteği ile iktidara gelen sermayeci sağ iktidarlar ise , zengin kesimlerin çıkarları doğrultusunda çalışarak halk kitlelerine hiçbir şey vermemişlerdir . Servet sahiplerinden varlık vergisi alamayan iktidar partileri , ülkelerinin küresel emperyalizm karşısında sömürgeleşmesini önleyememişler ve bu nedenle de sermaye egemenliği halk egemenliğinin yerini almıştır . Para güçleriyle egemen konuma gelen aşırı zenginler sınıfı kendi çıkar düzenlerini korumak ve sahip oldukları zenginlikleri halk kitleleri ile paylaşmamak üzere siyasal partiler üzerinde baskı düzenleri kurmakta ve bu doğrultuda kendi içinden çıkardığı temsilciler aracılığı ile , siyasal iktidarların halk kitlelerinin değil ama çıkar çevrelerinin sermaye egemenliği doğrultusunda çalışmasını yönlendirmektedir. Bir avuç azınlığın dış desteklerle geliştirdiği baskı düzenlerine siyasal iktidarlar kolay yoldan teslim olunca , siyasal rejimlerin demokrasi olmaktan çıkarak kapitokrasiye dönüşmesini hiç kimse engelleyememektedir . Kendi egemenliğini devletin içen oturtan sermaye kesimleri , paradan para kazanırken , yatırım ve üretimden yoksun kalan halk kitlelerinin açlığa mahkumiyeti beraberinde gündeme gelmektedir . Ülkelerin ekonomik büyüme oranları gerilerken , sermayenin büyümesi hızla artmıştır . Ülkelerin ekonomik büyümeden küçülmeye geçmesi aşamasında sermaye gelirlerinin aşırı büyümesi büyük oranda haksızlıklara ve adaletsizliklere yol açmaktadır . Böylesine bir çelişki batının bazı kapitalist çevrelerinde ciddi rahatsızlıklar yaratmış ve bu doğrultuda kapitalizmi kapitalizmin çıkmazlarından kurtarmak üzere, yeni bir ekonomik reform programı hazırlanmaya çalışılmıştır .

Dünya nüfusunun yüzde biri ,günümüzde sermaye egemenliğini yüzde doksan dokuzun içinde yer aldığı yoksul halk kitlelerine dayatmaktadır . Servet sahipleri ile halk kitleleri arasındaki büyük ekonomik uçurum , bu nedenle artmakta ve bu yüzden de zengin kesimler gücü ellerinde tutmak üzere hem terörü hem de savaşı halk kitlelerine karşı bir silah olarak kullanmaktadırlar . Para babaları ellerinde topladıkları zenginler ile kendi hegemonyalarını eskisi gibi sürdürmeye çalışırlarken , sermaye egemenliğini kapitokrasi görünümünde yeni bir rejim olarak cumhuriyet devletlerine karşı dayatmaktadırlar . Beş yüz yıl önce emperyalizm ve sömürgecilik için yola çıkanlar , çıkar düzenlerini pekiştirmek üzere “Das Kapital “ isimli kitabı iki asır önce Karl Marks’a yazdırabilmişlerdir . Bu gibi bir manevrayı yapabilen finans kapital patronları , kendi çıkar düzenlerine süreklilik kazandırmak üzere demokrasi yerine kapitokrasiyi tercih eder bir konuma gelmişlerdir . Kapitokrasilerde para babaları servet vergilendirmesine karşı çıkarak , aşırı düzeyde gelir dağılımı bozukluğunun devam etmesini sağlamaya çalışmakta ve bu doğrultuda sermayeci iktidarların işbaşına gelmesi için uğraşmaktadırlar . Merkez sağ ve soldaki partiler bu çıkmazdan kurtulamayarak battıkları için ,yeni dönemde dinci partilere benzeri bir misyon yüklenerek demokrasilerin kapitokrasileşmesi süreci devam ettirilmek istenmektedir . Ulusal ekonomileri toptan yok etmeye kararlı bir küresel kapitalizm , önüne çıkan engelleri aşma doğrultusunda ,sosyalizmi gerekirse çeşitli yönlerden bir koz olarak kullanmaya kararlı görünmektedir . Sosyalist sistemin dağılmasından sonra liberal bir çizgiye kaymış olan sosyal demokrasilerin neoliberalizmi yerleştirmek amacıyla kullanılması girişimleri de , bu durumu doğrulamaktadır . Evrensel düzeyde yer değiştiren küresel sermayenin her ülke değiştirme aşamasında devletler tarafından vergilendirilmesi , servet vergileriyle birlikte uygulama alanına getirilirse,o zaman gelir dağılımı uçurumu bir noktada düzeltilebilecektir . Demokrasilerin yeniden gerçek anlamda halk egemenliği rejimlerine dönüşebilmesi için , öncelikle gelir dağılımı uçurumunun ortadan kaldırılması ve herkese insanlık onuruna uygun bir yaşam düzeni sağlanması zorunludur .Ancak bu yoldan demokrasilerin kapitokrasiye dönüşmeleri önlenebilecektir .

5 Temmuz 2018 Perşembe

200 ULUS DEVLET’TEN 2000 EYALET DEVLETİNE-"Prof Dr. Anıl ÇEÇEN" -Sosyalist bloğun tasfiyesinden sonra, bütün sosyalist rejimler teker teker yıkılmış ve bu ülkelerde yepyeni devlet oluşumları gündeme gelmiştir.

200 ULUS DEVLET’TEN 2000 EYALET DEVLETİNE 
Prof Dr. Anıl ÇEÇEN
Küreselleşme süreci bütün dünya devletleri ve halkları üzerinde giderek büyüyen bir baskı kurmakta ve bu doğrultuda, her yerde bir yeni yapılanma rüzgârı estirilmektedir. Sosyalist bloğun tasfiyesinden sonra, bütün sosyalist rejimler teker teker yıkılmış ve bu ülkelerde yepyeni devlet oluşumları gündeme gelmiştir. Sosyalizm tarih sahnesinden geri çekilirken geride çok büyük sorunlar bırakmış, azgelişmiş ülke yapıları içerisinde giderek büyüyen sorunlar ciddi toplumsal tepkilere yol açınca, federasyon tipi devletler dağılma aşamasına gelmiş, böylesine bir süreç içerisinde gündeme getirilen yeni toplumsal oluşumlar üzerinden daha farklı devlet modelleri dış güçlerin ve emperyal devletlerin baskıları ile gerçekleştirilmeğe çalışılmıştır. Küreselleşme aşamasında çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi geride bırakılırken, artık eskisinden çok farklı bir dünya düzeni ile insanlık karşı karşıya bırakılmıştır. Beklenmeyen gelişmelerin birbiri ardı sıra gündeme gelmesi dünya halklarını şaşırtırken, aynı zamanda devletleri de zor durumda bırakmıştır. Her devlet yapısı değişimi kavrayarak olayları izlemeğe çalışırken, küresel emperyalizme soyunan Batılı güçlerin birbirinden çok farklı projeleri devreye girmiş ve projeler arası çekişmeler hızla tırmanırken, çatışma ve gerginlikler patlama göstermiş ve bu yüzden dünya haritasının belirli merkezlerinde sıcak savaş ortamları birbirini destekleyecek biçimlerde uluslar arası konjonktürü yönlendirmiştir.

Sıcak çatışmalara varan gerginlikler dünya haritası üzerinde yeni değişiklikleri beraberinde getirirken, devlet sayısında her geçen gün artış olmuş ve Birleşmiş Milletler örgütü birbirini izleyen yıllar boyunca yeni katılım başvurularını kabul etmek durumunda kalmıştır. Bugün de halen devam etmekte olan sıcak çekişme bölgelerinden yeni devlet oluşumu girişimlerinin öne çıktığı, çatışma sonrası yeni dönemde daha farklı bir devlet yapılanması içinde yaşamak isteyen çeşitli etnik ve dinsel grupların devletlerarası düzende kendi yeni devletleri ile öne çıkmak istedikleri ve bu gibi gelişmelerin de, Batının önde gelen emperyal devletleri tarafından desteklendiği görülmektedir. Bir anlamda insanlık tarihinin yüz karası olan sömürgeciliğin böl ve yönet kuralına dayandığı bir kez daha doğrulanmakta, yeni emperyalizm olarak gelişmekte olan küreselleşme süreci, böl ve yönet ilkesine uygun olarak dünya devletleri üzerinde parçalayıcı etkiler yaratmakta ve bu doğrultuda her geçen gün yeni yeni devletler sıraya girerek dünya kamuoyunun önüne çıkmaktadırlar. Büyük Okyanus adalarında bağımsızlık ilan eden adalardan, Afrika’nın kabile savaşları yüzünden parçalanan devletlerine ya da dünyanın çeşitli kıtalarındaki ülkelerin içindeki etnik ya da dinsel çatışmaların gündeme getirdiği yerel ve küçük devletçik girişimlerine kadar, birçok yeni siyasal oluşum dünya haritasını değiştirmekte ve bu doğrultuda Birleşmiş Milletlere üye olan devlet sayısı her geçen gün yeni katılımlar ile artma göstermektedir.

Dünyanın yakın tarihi incelendiği zaman son yüz yıllarda birbirini izleyen dönemler de sürekli olarak devlet sayısını artıran gelişmelerin öne çıktığı ve küresel alanda yeni yapılanma çizgisinde birbirini izleyen yeni devletlerin dünya sahnesine çıktıkları görülmektedir. Bu açıdan şu genel değerlendirme son derece ilginçtir. Dünya 20. Yüzyıla girerken siyasal alanda 20 devlet vardır. Ne var ki, 20. Yüzyıldan çıkılırken haritada 200’den fazla devlet vardır. Bir anlamda yüzyıllık bir zaman dilimi içerisinde, devlet sayısında 10 misli bir artış olmuş ve dünya 20 devletli bir yapıdan 200 devletli farklı bir yapılanma süreci içerisine girmiştir. 20 yüzyılın tarihi yakından incelendiğinde; harita üzerindeki devlet sayısını tam 10 misli artıran siyasal gelişmelerin ortaya çıktığı görülmekte ve bunların birbirini izlemesi sonrasında, harita üzerindeki değişikliklerin Birleşmiş Milletler örgütünün üye sayısını artırdığı anlaşılmaktadır. Yirminci yüzyılın başlarında bütün dünyayı karşı karşıya getiren iki büyük dünya savaşı eski düzenleri ortadan kaldırdığı gibi beraberinde yeni siyasal oluşumları da tetikleyerek devlet sayısının artmasına giden yolu açmıştır. Milletler Cemiyeti ile başlayan evrensel yapılanma girişimleri iki cihan savaşı sonrasında Birleşmiş Milletlere dönüşünce, devlet sayısındaki artış kısa bir süre içerisinde patlama göstererek, geçmişten gelen 20 devletlik dünya düzeninin giderek 200 devletlik yepyeni bir yapıya kavuşmasına giden yolu açmıştır. Devlet sayısının yüz yıllık zaman dilimi içerisinde on misli artması, dünya dengelerini altüst etmiş ve bu yüzden yirminci yüzyıl son derece gergin bir dönem olarak insanlık tarihi içerisindeki yerini almıştır. Büyük cihan savaşlarını izleyen soğuk savaş dönemi de dünya dengelerini gerginlik çizgisine iterken, devlet sayısındaki değişmeleri ortaya çıkaracak derecede önemli yansımalar yaratmıştır.

Orta çağ sonrasında Batı Avrupa devletleri okyanuslar üzerinden dünyaya açılarak büyük sömürge imparatorlukları kurmuşlar ve İngiltere, Fransa, İspanya, Belçika, Hollanda ve Portekiz gibi okyanus kıyısındaki ülkeler oluşturdukları, altı büyük sömürge imparatorluğu çatısı altında dünyanın beş kıtasını kontrol altına almağa çalışmışlardır. Batı Avrupa devletleri sonrasında Orta Avrupa’da ulusal birlik oluşumlarının tamamlanmasıyla Avrupa’daki devlet sayısında artışlar ortaya çıkmış ve bu yüzden de Avrupa kıtasında savaşların sonu gelmemiştir. Altı büyük sömürge imparatorluğu yirminci yüzyıla girerken bütün dünya kıtaları üzerindeki baskı yönetimlerini korumak için yeni girişimlere kalkışmışlar ve bu sürecin sonucunda dünya birbiri ardı sıra iki büyük cihan savaşı yaşamak zorunda kalmıştır. Yüz milyon insan bu yüzden ölmüş ve bu olumsuz gelişmelere tepki olarak, insanlık bir büyük uluslar arası örgütün çatısı altında bir araya gelerek üçüncü dünya savaşını önlemek üzere seferber olunca Birleşmiş Milletlere giden yol açılmış ve böylesine bir üst düzey yapılanma da dünyanın yeni bir düzene girmesini sağlamıştır. İki büyük savaş ile Batı Avrupa ülkelerinin sömürge imparatorlukları dağılma sürecine girmiş, Doğu Avrupa’da yer alan, Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan Krallığı gibi üç büyük imparatorluk çökerek dağılma içine girmiş ve bu gibi gelişmelerin sonucunda da devlet sayısı birbirini izleyen bir çizgide sürekli olarak artmıştır. Yirminci yüzyıla 20 devlet ile giren dünya, iki büyük savaş sonrasında devlet sayısını beş misli artırarak yüz küsur devletlik bir dünya haritasının ortaya çıkmasını sağlayan çeşitli gelişmeler ile karşı karşıya kalmıştır.

Batı Avrupa ülkeleri dünya savaşlarında güçten düşerek zayıflayınca, yirminci yüzyılın başlarından itibaren ulusal kurtuluş savaşları dönemi başlamış ve dünyanın bütün kıtalarında Batı Avrupalı sömürgecilere karşı, dünya halkları bulundukları ülkelerinin bağımsızlığı doğrultusunda mücadelelere kalkışmışlardır. Beş yüz yıllık sömürgecilik yirminci yüzyılda sarsılmağa başlayınca, sömürgelerde uzun süre beraber yaşayan halk toplulukları zaman içerisinde ortak dil ve kültür geliştirerek uluslaşma aşamasına gelmişler ve bu noktadan sonra da ulusal kurtuluş savaşları vererek uluslaşma süreci içine girmişlerdir. Sömürgelerin uluslaşması yirminci yüzyıl aşamasında tamamlanırken, iki büyük dünya savaşı da eski sömürgelerin bağımsız devletlere dönüşmesine giden süreci başlatmıştır. Birleşmiş Milletler gibi bir uluslar arası örgütün kurulmasıyla beraber tüm eski sömürgeler böylesine büyük bir evrensel yapılanma içerisinde diğer devletler ile beraber eşit koşullarda üye olarak yer almak istemişler ve böylece 20 devletten 2000 devlete giden dönem başlamıştır. Dünya savaşları büyük kayıplara neden olurken bütün dünyayı sarsmış ve dünya halkları daha güvenli bir ortam içerisinde yaşayabilmek üzere kendi bağımsızlık savaşlarını başlatmışlar, bu doğrultuda Batılı emperyal devletlere karşı savaşarak bağımsız devletlerini kurma hakkını elde etmişlerdir. Birleşmiş Milletler uygarlığın bir birikimi olarak barışın ve güvenliğin yeni adresi olarak ortaya çıkınca, yeryüzünün bütün kıtalarındaki halk toplulukları bu çatının altında kendi bağımsız devletlerini kurarak eşit koşullarda var olabilme yolunu seçmişlerdir. Sömürge yönetimlerinin yetersiz kalması, Batı Avrupa ülkelerinin savaş sonrasında zayıflaması da, sömürgelerin uluslaşmasına katkıda bulunmuş, uluslaşma hızlanınca arkadan ulusal kurtuluş savaşları gelmiş ve sonrasında da ulus devletler birbirini izleyerek tarih sahnesine çıkmışlardır.

Birinci Dünya Savaşının sonunda dünyanın merkezi bölgesi olan Anadolu’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde Türk ulusunun büyük bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi, dünyanın bütün mazlum uluslarına ve sömürge devletlerine örnek olmuştur. Daha sonraki aşama da tüm dünyanın uyanan halkları, Batı emperyalizminin sömürge çarkını kırarak bağımsızlık mücadelelerine kalkışmışlar ve böylece, Birleşmiş Milletlere üye olan devlet sayısı sürekli olarak artma göstermiştir. Atatürk’ün Anadolu’da yakmış olduğu bağımsızlık meşalesi bütün Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri için olumlu bir emsal meydana getirince, yirminci yüzyıl bir anlamda bağımsızlık savaşları dönemi olmuştur. Endonezya’dan Libya’ya, Cezayir’den Hindistan’a kadar geniş alanlarda başlatılan ulusal kurtuluş savaşlarında tüm ulusal kurtuluşçular yakalarında Atatürk rozetleriyle Batı emperyalizminin getirmiş olduğu kölelik düzenine karşı mücadele vermişler, sonunda Mustafa Kemal’in Türkiye’si gibi onlarda bağımsızlıklarını kazanarak Birleşmiş Milletler camiası içinde eşit üye olarak onurlu yerlerini kazanmışlardır. Atatürk’ün Türk ulusu ile Batı emperyalizmine meydan okuyan çıkışı, bütün üçüncü dünya devletlerinin bağımsızlığa yönelen ulusal mücadelelerinin öncüsü olmuştur. Türkiye’nin başarısı, üçüncü dünyanın Batı emperyalizmine karşı direnişinin ve bu doğrultuda bağımsızlığa yönelişinin simgesi olmuştur. Emperyalizme karşı verilen ilk ulusal kurtuluş mücadelesi Anadolu’da zafere ulaşınca, yeryüzü kıtalarındaki dünya halklarının bağımsızlığa giden yolu açılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk bu açıdan da dünya tarihini etkileyen ve yönlendiren bir ulusal önder olarak yirminci yüzyılda dünyanın geleceğini belirlemiştir. Emperyalizmin yolunun Anadolu’da kesilmesiyle beraber, üçüncü dünya ülkelerinin bağımsız devletler olma dönemi başlamıştır.

Yirminci yüzyıl içinde üç kuşak demokratikleşme dönemi ortaya çıkınca her dönemde büyük imparatorluklardan kopmalar gündeme gelmiş ve demokratikleşme sayesinde imparatorluklar dağılırken, ulus devletler tarih sahnesine çıkmışlardır. Birinci dünya savaşı sonrasında, bazı büyük imparatorluklar dağılınca birçok devlet bağımsız olmuştur. Eski Osmanlı hinterlandından yirmiden fazla devlet tarih sahnesine çıkmış, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılınca Balkanlar’da birçok küçük devlet bağımsızlığını kazanmış ve böylece devlet sayısı kısa bir dönem içinde birkaç misli artarak elliyi geçmiştir. İkinci dünya savaşı sonrasında Birleşmiş Milletlerin devreye girmesiyle beraber de, Batı Avrupalı sömürgecilerin zayıflamasından yararlanan büyük sömürgeler bağımsız devlet olmak üzere bu örgüte başvuruda bulunmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği’ne karşı hür dünyanın önderi görünümünde ortaya çıkan yeni sömürgeci güç Amerika Birleşik devletleri, sömürgeler üzerinden dünya kıtaları üzerinde sürdürülmek istenen Batı Avrupa hegemonyasının önünü kesmeğe yönelince, ABD desteği ile Avrupa’nın bütün sömürgelerine bağımsız devlet olma hakkı tanınmıştır. Böylece Avrupa merkezli dünya düzenine son verilerek, ABD merkezli yeni bir dünya yapılanmasına doğru geçiş yapılmıştır. Birleşmiş Milletlerin merkezinin New York’ta açılması, uluslar arası ilişkilerde ABD’nin öne geçmesini sağlamış ve böylece, dünya merkezi Atlas okyanusunun doğu kıyısından batı kıyısına doğru bir geçiş yapmıştır. Bütün sömürgelerin yöneticileri Birleşmiş Milletler kapılarında hak ararken, ABD’ye gelmek zorunda kalmışlar ve böylece Avrupa’dan bağımsız olmak isterken , Birleşmiş Milletler üzerinden yeni süper güç olarak ortaya çıkmış olan Amerika Birleşik Devletlerinin kucağına düşmüşlerdir. ABD Birleşmiş Milletleri kullanarak Avrupa sömürgelerini siyasal ve hukuksal anlamda bağımsızlığa yöneltmiş ama daha sonraki aşamada küresel ekonomi uygulamaları ile bu eski sömürgeleri yeniden kendine bağımlı sömürgeleştirme işine kalkışmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerdeki faşist yönetimlerin sona erdirilmesiyle beraber başlayan ikinci demokrasi rüzgârları içerisinde eski sömürgelerin büyük çoğunluğu bağımsızlıklarını kazanarak Birleşmiş Milletler üyesi olmuşlardır. Böylece kısa bir zaman dilimi içerisinde bağımsız devlet sayısında birkaç misli artış görülmüş ve harita üzerinde bağımsız devlet sayısı 150’nin üzerine çıkmıştır. Birinci kuşak demokratikleşme imparatorlukların dağılması sonrasında devlet sayısını artırırken, ikinci kuşak demokratikleşme de ikinci dünya savaşı sonrasında sömürgelerin bağımsız devlet olarak tanımasıyla tamamlanmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünyayı saran soğuk savaş rüzgârları, bir yanda Rusya’nın öncülüğünde Sovyetler Birliği’nin etki alanının artırırken, diğer yandan eski Avrupa sömürgelerinin bağımsız devlet olmasından yararlanan ABD’nin önünü açmış ve bu yüzden bağımsızlık sözde kalmış, yeni Birleşmiş Milletler üyesi devletler üzerinde ABD yeni süper güç olarak giderek artan bir etki ve baskı gücüne sahip olmuştur. Sovyet bloğunun öcü diye kullanan ABD, bu soğuk savaş gerginliğinden yararlanarak ve yeni bağımsız devletler üzerinde hegemonyasını artırarak dünyanın yeni patronu olmağa soyunmuştur. Devlet sayısının artması bir yandan Avrupa hegemonyasını azaltırken, bunun yerine Amerikan hegemonyasının genişlemesine yol açmıştır. İki kutuplu soğuk savaş dönemi bu açıdan ABD emperyalizminin Sovyet korkusunu kullanarak bütün dünyaya egemen olabilmesine katkı sağlamıştır. Geleceğe dönük emperyal projeler hazırlanırken, böylesine durumlar planlanarak uygulama alanına aktarılmıştır. Bu doğrultuda Birleşmiş Milletler yapılanması, ABD etkisinin artırılmasında ve dünya kıtaları üzerinde yaygınlık kazanmasında elverişli bir ortam yaratmıştır. Ne York’a Birleşmiş Milletler için giden dünya ülkeleri, arkadan bir saatlik mesafe içinde bulunan Washington’a da uğrayarak, yeni dönemde ABD ile ilişkileri geliştirebilmenin arayışı içinde olmuşlardır.

Yirminci yüzyılda yaşanan üçüncü demokratikleşme kuşağı, soğuk savaş sonrasında gündeme gelmiştir. Bu aşamada Sovyetler Birliği dağılırken, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gibi bir dev konfederasyonun dağılması sonrasında on beş devlet, Yugoslavya Federasyonu dağılmasıyla sonrasında yedi devlet daha bağımsızlığını kazanmış, Çekoslavakya ikiye bölününce Slovakya devleti bağımsız olmuş böylece bağımsız devlet sayısı üçüncü kuşak demokrasi dalgasında iki yüzü bulmuştur. Dünya sosyalist sistemin çöküşü ile uğraşırken, Batı emperyalizmi ABD üzerinden küreselleşme sürecini başlatmış ve böylece soğuk savaş sonrasında estirilen demokrasi rüzgârları Batı emperyalizmi tarafından giderek artan bir doğrultuda desteklenince, dağılma ve çözülme havası devam ettirilmiş ve bu doğrultuda demokrasi rüzgârları üzerinden küreselleşme dönemi içerisinde de dağılma ve çözülmeye giden yollar desteklenerek, var olan devlet yapıları içerisinden yeni küçük devletçiklerin çıkması sürekli olarak desteklenmiştir. Birleşmiş Milletler çatısı altında kurulmuş olan devletsiz halklar bölümü, özellikle ABD merkezli politikalar doğrultusunda güçlendirilerek, dünyanın her bölgesinde yaşamakta olan halk topluluklarının zaman içerisinde kendi devletlerini kurarak varlıklarını sürdürebilmeleri, bir insan hakkı olarak gündeme getirilmiştir. Böylesine bir siyasal yaklaşım, insan hakları gibi kutsal bir kavramın tamamen siyasal ve emperyal amaçlar doğrultusunda kullanılmasına giden yolu açmış, yeni dönemde bütün etnik ve dinsel toplumların devletleşerek varlıklarını daha güçlü bir doğrultuda uluslar arası alana yansıtabilmelerine emperyalist merkezler destek sağlamışlardır. Sosyalist sistemin kalkması, soğuk savaşın sona ermesi ve küreselleşme aşamasına geçilmesiyle beraber, batıdan emperyal çizgide estirilen yeni demokrasi rüzgarları , var olan devlet yapılarının birlik ve bütünlüğünü tehdit edecek bir doğrultuda hızla gelişmeler gösterince devlet sayısını artırabilecek yeni siyasal oluşumlar birbiri ardı sıra dünya gündemindeki yerini almıştır. Koskoca Konfederasyonları ya da federasyonları dağıtan üçüncü kuşak demokratikleşme rüzgarı, yeni dönemde küresel sermayenin güdümüne girmiş olan Amerikan emperyalizminin desteğinde, artık ulus devletleri karşısına alarak bu tür siyasal düzenlerin birliğini ve bütünlüğünü tehdit etmeğe başladığı görülmüştür.

Küreselleşme olgusu batının emperyal baskılarıyla dünya gündeminin ana oluşumu olarak öne geçince, küresel sermaye ile ulus devletler karşı karşıya kalmışlardır. ABD ve NATO üzerinden bütün dünyaya egemen olmak isteyen küresel sermaye, kendi denetimi altındaki küreselleşme süreci ile tüm ulus devletleri küçültmeyi ve böylece kendi hegemonyasına karşı çıkabilecek ya da direnebilecek büyük yapıda devletlerin tümünü ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Böylesine büyük bir hegemonya planı küresel sermaye ile bütün devletleri karşı karşıya getirmekte ve bu doğrultuda emperyal bir devlet olarak kullanılan Amerika Birleşik Devletlerinin birlik ve bütünlüğünü de tehdit etmektedir. Küresel dönemde geçen çeyrek asırlık zaman dilimi sonrasında Amerikan eyaletlerinde de merkeze karşı çıkan, federal merkezin denetimi dışına çıkarak bağımsız hareket etmek ve devlet olmak isteyen gelişmeler birbirini izlemektedir. Utah eyaleti bir Mormon devletine dönüştürülürken, Kaliforniya eyaleti dünyanın dördüncü zengin devleti ilan edilmekte, Teksas eyaleti ise çay partileri ve mitingleri ile yeniden eskisi gibi bağımsız devlet olmağa doğru yönelmektedir. Kuzey eyaletleri Kanada ile bütünleşmeğe giderken, güney eyaletleri de yeniden Meksika ile birleşebilmenin yollarını aramaktadır. Bir anlamda küresel sermayenin hegemonyasına alet olan ve bu doğrultuda, büyük patronların küresel imparatorluğu doğrultusunda kullanılan Amerika Birleşik Devletlerinin küreselleşme dönemi içinde kendi birlik ve bütünlüğünü korumakta giderek zorlandığı, dışarıda emperyalizm için koştururken içeride dağılma ve çöküş aşamasına doğru sürüklendiği görülmektedir. Böylesine olumsuz bir gidiş önlenemezse, Amerika Birleşik Devletlerini bir federasyon çatısı altında bir araya gelerek oluşturan bütün eyaletlerin kendi başlarının çaresine bakma doğrultusunda hareket ederek elli eyaletin bağımsızlaşmasıyla, bağımsız devletler sayısına elli adet yeni oluşumun ekleneceği görülmektedir. Elli eyaletten elli ayrı devlete geçiş ABD’yi devlet olmaktan çıkararak tasfiye edeceği gibi, küreselleşmeyi de sahipsiz bir oluşum olarak ortada bırakarak bütün dünyayı yeni bir kaos ortamına sürükleyebilecektir.

Yirminci yüzyıla 20 devlet ile giren ama üç kuşak demokrasi dalgası ile 200 devlet ile çıkan dünya, yirmi birinci yüzyıldaki küresel demokrasi rüzgârları ile yeni devlet oluşumlarına doğru sürüklenmekte ve dış destekli girişimler ile bütün etnik ve dinsel gruplara kendi devletlerini oluşturma yolu açılmağa çalışılmaktadır. İngiltere’de İskoçlar, Galliler, Fransa’da Korsikalılar ve Oksidanlar, İspanya’da Basklar ve Katalanlar, Almanya’da Bavyeralılar, Türkiye’de Kürtler, İran’da Beluciler, Pakistan’da Paştunlar, Hindistan’da Sihler, Çin’de Tibetliler ve Mançuryalılar, Rusya’da Karelyalılar, Kafkasya’da Çeçenler ve Çerkezler, Belçika’da Valonlar ve Flamanlar, Mali’de Tuaregler, Mısır’da Kıptiler, Suriye’de Yezidiler, Yunanistan’da Giritliler, Bulgaristan’da Çingeneler, İsveç’te Samiler kendi devletlerini kurmaları yolunda Batılı merkezler tarafından kışkırtılarak desteklenmekte ve küresel sermayenin dünya hegemonyası doğrultusunda içinde bulundukları ulus devletleri parçalamaları doğrultusunda yeni siyasal oluşumlara doğru yönlendirilmektedirler. Böylece, küresel sermaye dünya imparatorluğunu kurma doğrultusunda devletsiz toplulukları kışkırtarak kendi devletlerini kurmaları doğrultusunda desteklemekte, Birleşmiş Milletler devletsiz toplumlar örgütlenmesi de bu yönde devreye girerek uluslar arası alanda da yeni devletlerin oluşumunu kolaylaştıran ve destek sağlanan yeni bir yapılanma her yönden devreye sokulmaktadır. Böylece bağımsız devlet sayısı günümüzde çeşitli bölgelerdeki etnik ve dinsel gruplaşmalar ve bu doğrultudaki siyasi oluşumlar doğrultusunda 200’den 250’ye doğru bir tırmanış göstermekte ve bu nedenle de bütün ulus devletler ciddi bir parçalanma ve dağılma riski ile karşı karşıya kalmaktadırlar.

Para babaları ve büyük patronların kurmuş olduğu finans kapital imparatorluğunun çıkarları doğrultusunda, şirketler küresel düzeyde büyüyerek devleşirken, ulus devletler de kendi içlerindeki etnik ve dinsel sorunlar ile boğuşmağa doğru sürüklenmekte ve bu yüzden, devletler tekelci büyük şirketlere karşı kendilerini koruyamaz bir konuma iteklendikleri gibi, küresel sermayenin güdümündeki basın ve medya organları ile siyasal kadrolar üzerinden de yeni oluşumlara doğru açıkça zorlanmaktadırlar. Var olan ulus devlet yapıları iç karışıklıklara ve kavgalara doğru sürüklenirken, uluslar arası sermaye bütün devletlerin zenginliklerine, yer altı kaynaklarına ve bütünüyle ekonomilerine el koyarak piyasa üzerinden bir dünya hegemonya düzeni kurmakta ve bu doğrultuda şirketler büyüyerek devleşirken, devletler de etnik ve dinsel iç kavgalara sürüklenerek parçalanmağa ve çöküşe mahkûm edilmeğe çalışılmaktadır. Devleşen şirketler arasında tekelcilik kavgası çok büyük ekonomik kuruluşların çöküşünü beraberinde getirirken, rekabet ve mücadele şansını kaybeden büyük şirketler de çok ucuz fiyatlara ve yok pahasına Batılı dev firmaların eline geçmektedir. Özelleştirme görünümü altında ulus devletlerin ekonomilerine el konurken, ekonomi üzerinden bu devletlerin çökmesine ve dağılarak parçalanmasına giden yollar açılmakta ve bu doğrultuda hem etnik gruplar hem de işbirlikçi çizgide oluşturulan yeni dini gruplar ve cemaatler, taşeron ya da Truva atı olarak kullanılmakta ve bir anlamda bu alt yapıların içinde bulundukları devlet düzeninin çökertilmesinde ihanet etmesine giden bir süreç kasıtlı olarak desteklenmektedir. Alt yapılar üst yapıların tasfiyesinde kullanılırken, küresel sermayenin bütün olanakları işbirlikçi alt yapıların üst yapıları yıkmalarında destek olarak kullanılmaktadır. Büyük şirketlerin tekelleşme ile sayıları giderek artarken, etnik ve dinsel sorunlar ile dağıtılan ulus devletlerin sayıları da azalmakta ve ortaya çıkan yeni etnik ya da cemaatçi devlet yapılanmaları devlet sayısını artırmağa devam etmektedir. Mormon tarikatının ABD’nin Utah eyaletinde oluşturduğu ayrı devlet yapısı, Orta Doğunun İslam ülkeleri için örnek gösterilmekte, bu doğrultuda Sünni, Alevi ya da Şii cemaatleşmelere ayrı devlet olma yolu açılmak istenmektedir. Irak’ta başlatılan bu süreç, Suriye üzerinden bölgeye yayılmak istenmekte ve tüm İslam coğrafyasının birliği ve bütünlüğünün önlenmesi yolunda yeni oluşturulan işbirlikçi cemaatler üzerinden dini eyalet devletçikleri merkezi coğrafyada ortaya çıkarılmağa çalışılmaktadır. Böylesine bir yapının oluşturulabilmesi için, Avrupa’da bin yıl sürmüş olan din kavgası ya da mezhepler çatışması, İsrail destekli politikalar ile Orta Doğu ülkelerinde yaygınlaştırılmak istenmekte Aleviler ile Sünniler çatıştırılmağa çalışılırken, yeni oluşturulan işbirlikçi cemaatler üzerinden eski cemaatlerin Batı karşıtı antiemperyalist tutumları aşılmağa çalışılmaktadır.

Küresel emperyalizm döneminde öne çıkan küresel demokrasi rüzgârlarının bütün ulus devletleri hedef aldığı ve bunları ortadan kaldırılması için etnik ve dinsel grupların yerel ve küçük devletçiklere dönüştürülmesiyle bir büyük küresel planın devreye sokulduğu anlaşılmaktadır. Bu planda devlet sayısının 200’den 2000’e çıkartılması hedeflenmekte, devletsiz toplumlara devlet olma hakkı getirilirken, devlet sayısını daha da üst düzeylere çıkartarak büyük devletleri ve ulusal yapıları parçalamak için mikro milliyetçilik akımları üzerinden mikro devletçilik doğrultusunda eyalet devletçiklerinin ortaya çıkarılmağa çalışıldığı gözlemlenmektedir. Böylece, yirmi birinci yüzyıla girerken 200 olan devlet sayısının bu yüzyıldan çıkarken 2000 sayısına ulaşmasının gerçekleştirilmeğe çalışıldığı ortaya çıkmaktadır. Küresel emperyalizmin patronu konumundaki finans-kapitalin para babaları bu yüzden ulus devletlere düşmanlık yapmakta, ulus devletlerin dağıtılarak, yerel ve küçük siyasal oluşumlar üzerinden eyalet devletçiklerinin yaratılmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır. Mızrak’ın çuvalda saklanamayacağı bir aşamaya gelindiği için, artık görünen köy kılavuz istememekte, küresel şirketler ile ulus devletlerarasında ciddi bir çekişme ortamına girilmektedir. Bu gerginlik döneminde, Amerikan devletini ve onun askeri aygıtı olan NATO’yu emperyalizmin çıkarları doğrultusunda kullanmaktan çekinmeyen büyük patronlar, Siyonist lobilerin araya girmesi ve müdahaleleri ile amaçlarını gerçekleştirebilmek üzere bir üçüncü dünya savaşını bile göze alabileceklerini açıkça ifade etmektedirler. Bütün dünya devletleri ile beraber Amerikan devleti de küresel saldırının karşısında dağılma ve çökme ihtimali ile karşı karşıya bulunmaktadır. ABD’yi ve NATO’yu yöneten kesimlerin böylesine bir vahim tablo gerçeğini görerek hareket etmelerinde ve kaos ortamıyla bir üçüncü dünya savaşı riskini hesap ederek, daha dengeli ve adil yeni bir dünya düzeni için çaba sarf etmelerinde dünyanın ve insanlığın güvenliği açısından acil zorunluluk vardır.

Küreselleşme akımının öncülerinden olan ve bunun ideolojisini çeşitli yapıtlarıyla ortaya koyan ABD’li gelecek bilimcisi JOHN NAİSBİTH’in 1994 yılında Türkiye’de de yayınlanmış bulunan “GLOBAL PARADOKS“ isimli kitabı, yeni dünya düzeninde dünyanın 200 devletli bir yapıdan 2000 devletli, yeni bir düzene geçeceğini açıkça ortaya koymaktadır. JOHN NAİSBİTH, bu kitabında, 200 devletin az olduğunu dünyanın yeni bir düzene kavuşabilmesi için en az 2000 devlete ihtiyacı bulunduğunu kesin olarak dile getirmektedir. Ona göre 200 devletli bir dünyada devlet yapıları büyük olduğu için şirketlerin önünü kesmekte ve halkların çıkarları ve hakları doğrultusunda ulus devletlerin şirketlere sınırlama getirdiğini dile getirdikten sonra, 2000 devletli bir dünyada ulus devletlerin ortadan kalkacağını, büyük devletlerin tasfiye edildiği için şirketlerin önünde halkların ya da ulusların çıkarları doğrultusunda direnen devlet yapılarının artık direnemeyeceğini vurgulayarak, bir an önce dünyanın 200 devletten 2000 devletli bir yeni düzene geçmesi gerektiğini hiç çekinmeden bütün dünya devletlerini ve halklarını karşısına alarak şımarık bir üslup içerisinde söylemektedir. Kitabının adı olarak seçmiş olduğu global paradoks kavramı üzerinde duran Naisbith, dünyanın ancak yerelleşerek küreselleşebileceğini anlatırken, küresel bir imparatorluğun kurulması doğrultusunda yerelleşmenin öncelikli olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini dile getirmekte ve ortada kalan ulus devletlerin bir an önce tasfiye edilebilmesi için yerelleşme üzerinden küçük devletçiklerin oluşturulmasını ve bunların gelecekte kurulacak bir büyük dünya devletinin ya da Dünya Federasyonunun eyaletleri olacağını hiç çekinmeden yazabilmektedir. Bu kadar açıkça ortaya konmuş olan küresel imparatorluk projesinin gerçekleşebilmesi için 200 ulus devlet engel olarak görülmekte ve bu büyük engelin aşılabilmesi doğrultusunda 2000 eyalet devlet ile sorunun çözülebileceği “GLOBAL PARADOKS “isimli kitapta vurgulanmaktadır. Küçük yerel ve eyalet devletlerin çatısı altına girecek halk toplulukları, büyük ulusal yapıları parçalayacağı için küresel patronların imparatorluğunun kurulmasında taşeron olarak kullanılmaktadırlar.(*)


Küreselleşmenin ilk başladığı yıllarda Birleşmiş Milletler genel sekreteri olan Mısırlı Kıpti Hıristiyan BUTROS GALİ bir konuşmasında, önce mikro milliyetçilik döneminin yaşanacağını ve bu dönem bittikten sonra makro devletçilik aşamasına geçileceğini bir resmi konuşmasında açıkça dile getirmekten çekinmemiştir. Kısaca küresel emperyalizmin tanımı olan, önce mikro milliyetçilik ve daha sonra da makro devletçilik olgusuna günümüzde bütün dünya teslim edilmek istenmektedir. Büyük devletler, ulus devletler, ulusal yapılar ve geçmişten gelen güçlü yapılanmaların hepsi toptahnmikro milliyetçilik akımları ile dağıtılmak istenmekte, yaratılacak parçalanma sonrasında, 200 büyük devlet ya da ulus devlet yerine 2000 küçük devletçik ile yola devam edilmeğe çalışılmaktadır. Bu yönde bütün uluslar arası kuruluşlar ele geçirilmekte ve dışarıdan estirilen yoğun küresel demokrasi rüzgârları ile mikro milliyetçilik akımları aracılığı ile büyük uluslar tarihin derinliklerine gömülmeğe çalışılmaktadır. Oynanan büyük oyun belli olduğuna göre artık herkes safını belirlemek ve buna göre hareket etmek durumundadır. Önümüzdeki dönemde, 500 çok uluslu tekelci küresel şirketler ile 200 ulus devlet arasında sıkı bir çatışma dönemi yaşanacaktır. Bu noktada ulus devletlerarasında yakınlaşma ve dayanışma zorunlu olacaktır. Küresel sermaye bu savaşı kazanabilmek için bir üçüncü dünya savaşı çıkartarak, uyanmış olan ve kendini koruma noktasında daha hazırlıklı bir konuma gelen ulus devletlere fırsat tanımak istememekte, bütün geri dönüş yollarını bir kıyamet senaryosu ile kapatarak, 700 tane patronun çıkarı için 7 MİLYAR insanı teslim almağa çalışmaktadır. Uygarlığın bugün gelmiş olduğu yeni aşamada artık hiçbir komplo ya da gizli senaryo insanlığın geleceğini tehlikeye atamaz ve de atmamalıdır. 7 MİLYAR insan bir araya gelerek ve kenetlenerek dünyanın geleceğine sahip çıkabilmeli, bir avuç patronun çıkarları uğruna dünyanın geleceğini kaosa sürükleyen hiçbir senaryoya geçit vermemelidir. Dünya artık gizli kapılar arkasında değil ama 7 MİLYAR insanın önünde yönetilmelidir. Küresel sermayeye teslim olmuş onların taşeronu konumundaki basın ve medya organları ile işbirlikçi siyasal kadrolar bu gibi çıkar oyunlarına alet olmamalıdırlar. Uluslar 200 ulus devlete sahip çıkmalı, yenidünya düzeninin ulus devletlerin dayanışmasıyla oluşturulabilmesi için alternatif bir küresel planı devreye sokabilmelidirler. Uluslar arası finans kapitalin çıkarları uğruna mikro milliyetçilik ile toplumların birbirini boğazlamasına izin verilmemeli, patronların çıkarları uğruna 2000 eyalet devleti oluşumunun önüne geçilebilmelidir. Dünya 2000 eyalet devleti ile parçalanarak bir Global Paradoks planı doğrultusunda yeniden yapılanmamalı ama 200 ulus devletin sırt sırta vererek kardeş kavgasını önlediği, yeni bir devletlerarası dayanışma platformu ile emperyal küreselleşmeye karşı solidarist-dayanışmacı küreselleşmeyi gündeme getirebilmelidir. Bu doğrultuda yepyeni bir Birleşmiş Milletler hareketinin devreye girmesi gerekmektedir. Kendisi de parçalanma sürecine girmiş olan Amerika Birleşik Devletlerine yeni dönemde küresel sermayenin oyuncağı olmaktan çıkarak, dünya barışı için devletlerarası dayanışma düzeni oluşturulması doğrultusunda yeni bir öncülük görevi düşmektedir. ABD, devlet olarak Birleşmiş Milletler çatısı altındaki tüm devletleri ortak harekete yönlendirebilmeli, İsrail ve küresel sermaye ipoteğinden kurtularak, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Almanya, Fransa, Japonya, Avustralya ve İngiltere gibi büyük devletlerin bir arada oluşturacağı yeni Güvenlik Konseyi oluşumu ile acil dünya barışına geçişi sağlamalıdır. Saat 12’ye 5 var. Saat 12’ye gelmeden ve bir büyük dünya savaşı merkezi coğrafya da ortaya çıkmadan acil dünya barışı için küresel emperyalizm programı devre dışı bırakılmalı, her yerde kaos yaratan 2000 eyalet devleti oluşumu süreci daha fazla zaman yitirmeden durdurulmalıdır. Suriye’de son dönemde yaşananlar ve 5 eyalet devleti oluşturma çabaları, açıkça bu durumu kanıtlamaktadır. İnsanlık tarihten ders alarak varlığını koruyabilecektir. Yeni devletçikler yaratmadan var olan devletlerin dayanışmasıyla dünya barışı sağlanabilmelidir.
(*) JOHN NAİSBİTH – GLOBAL PARADOKS, SABAH yayınları, İstanbul 1994, s.1-37