14 Haziran 2018 Perşembe

"YURTTA SULH, CİHANDA SULH", Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


YURTTA SULH,
CİHANDA SULH 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Bu makalenin başlığı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün hem kendi ülkesine hem de bütün dünyaya vermiş olduğu büyük mesajdır. Çağdaş dünyanın en önde gelen önderlerinden birisi olan Atatürk, binlerce yıllık insanlık tarihinin savaşlarla dolu geçen sayfalarını iyi bilen bir asker ve komutan olarak, herkese sulh çağrısında bulunmasının anlamı son derece büyüktür. Savaşlardan gelen bir komutanın, yepyeni bir devlet kurduğu aşamada ülkesine ve insanlığa barış çağrısında bulunması üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir durum yaratmaktadır. Özellikle savaş tamtamlarının seslerinin yükseltildiği, bütün dünyayı yeni bir cihan savaşına sürükleyecek olayların hızlandırıldığı bir aşamada, gözlerin birbirini göremeyecek derecede körleştirildiği bir savaş öncesi ortamda, durup düşünmek ve geçmişten ders alarak hareket etmek yaklaşmakta olan üçüncü dünya savaşından ya da bir nükleer kıyametten insanlığı kurtarabilecektir.

Atatürk gibi bütün yaşamı savaşlarla geçmiş bir büyük önderin barışı savunması, her aşamada barıştan yana tavır alarak her türlü savaşa karşı çıkması Türk ulusu için yön gösterici olmakta ve bugünün cumhuriyet yöneticilerine de tarihten gelen dersler vermektedir. Bir büyük dünya savaşı sürecini bütün Osmanlı İmparatorluğu cephelerinde savaşarak yaşamış olan Mustafa Kemal, Kuzey Afrika’dan başlayarak Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da son olarak da Anadolu’da, Türkleri tarih sahnesinden silmeğe karar vermiş emperyalizmin ordularına karşı tüm gücü ile direnmiştir. Çökertilen İmparatorluğun merkezi topraklarında orta büyüklükte bir milli devleti kurarak bu coğrafyadaki otorite boşluğu alanını doldurmağa çalışmıştır. Birbiri ardı sıra sürüp giden savaşlar, Türklerin büyük imparatorluğunu tarih sahnesinden silerken, eski Osmanlı topraklarını savaş alanına dönüştürülmüş ve bir büyük hegemonya düzeninin ortadan kalkmasıyla beraber de buralarda yeni hegemonya arayışları, sürekli savaş durumunu gündemde tutmuştur. Yeryüzü haritasında yer alan bütün coğrafyalarda yerleşik düzen arayışları nasıl devletleşme olgularını gündeme getiriyorsa, Orta çağlarda kurulmuş olan Osmanlı hegemonya düzeni sonrasında da, benzeri arayışlar ortaya çıkmış ve iki yüzyıla yaklaşan bir zaman dilimi içinde birbirinden farklı yeni gelişmeleri gündeme getirmiştir.

Türk ulusunu, ulus devletler çağı içinde çağdaş bir ulus devlete kavuşturan kurucu önderin, kendi ülkesiyle beraber bütün dünyaya barış çağrısında bulunmasının asıl sebebi; kendisinin bir asker olarak dünya tarihini iyi bilmesi ve aynı zamanda da Türklerin üzerinde yaşadığı toprakların dünyanın merkezi bölgesi olarak her türlü çatışmaya açık bir çekişme ve savaş alanı olmasıdır. Yirminci yüzyıl boyunca Avrasya kıtasını bir Demirperde ile kaplayan Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra, ortaya çıkan alan boşluğuna Fransızlar “Karanlıklar ya da felaketler coğrafyası“ adını vererek bu doğrultuda haritalar hazırlamışlar ve soğuk savaş sonrasında bu yerlerin yeniden savaş coğrafyasına dönüşme ihtimalinin yüksek olduğunu açıklayarak dünya kamuoyuna uyarılarda bulunmuşlardır. Fransızların açıkça dile getirmiş olduğu bu yeni durumu, diğer büyük devletler yakından izleyerek değerlendirmişler ve değişen dünya düzeninde Sovyetler Birliği sonrası dönem için yeni stratejiler geliştirmişlerdir. Sosyalist bloğun dağılması üzerine gündeme gelen otorite boşluğu alanı, geleceğin müstakbel savaş coğrafyası olarak öne çıkmış ve küresel düzeyde dünyayı ele geçirmek isteyen batının emperyal devletleri bu alanları tümüyle ele geçirerek kendi üstünlüklerini ve hegemonya düzenlerini, bütün insanlığa kabul ettirmeğe çalışmışlardır.

Merkezi coğrafyanın tarih boyunca savaş alanı olmasının ana nedeni üç kıta ortasında yer alan bir jeopolitik konuma sahip bulunmasıdır. Asya-Avrupa-Afrika kıtalarının kesişme noktası olarak öne çıkan Orta Doğu ya da daha geniş anlamıyla Balkanları, Kafkasları, Orta Asya’yı da içine alacak düzeyde bir Avrasya bölgesi her zaman için dünya tarihinin ana kesişme noktası olmuştur. Ya bu coğrafyada büyük güçler ortaya çıkmış ve zamanla dünyaya egemen olmuştur ya da, merkezi coğrafya etrafında yer alan üç ana kıta üzerinde çeşitli büyük güçler tarih sahnesine çıkarak ana merkeze gelmişler ve dünyanın ortasını ele geçirebilmek üzere sürekli savaşmak zorunda kalmışlardır. Merkezi güçlerin çevreye yayılmağa çalışmaları ya da tamamen tersi bir doğrultuda çevredeki kıtalarda ortaya çıkan yeni devlet yapılanmalarının dünyanın ortasını da ele geçirerek küresel bir hegemonya peşinde koşmaları yüzünden, Avrasya bölgesi Fransız uzmanların açıkça dile getirdiği gibi bir karanlıklar ya da felaketler bölgesi olarak tarihteki yerini almıştır. Bu coğrafyadaki yıkılmalar ya da dağılmalar beraberinde yeni hegemonya çekişmelerini gündeme getirdiği için, tarihin her döneminde savaşlar ya da sıcak çatışmalar gerginlik süreçlerini öne çıkarmış ve bir türlü buralarda kalıcı bir barış düzeni oluşturulamamıştır. Büyüme yoluna giren, sınırları ötesinde hegemonya düzeni kurmak isteyen imparatorluklar ya merkezi coğrafyaya gelerek buraları ele geçirmek istemişler ya da doğrudan doğruya merkezi alana gelerek, dünyanın merkezi ana gücü olmayı hedeflemişlerdir. Tüm bu gibi planlar ya da girişimler beraberinde geçmişten gelen siyasal düzenlere yönelik yıkıcılık görünümü taşıdığından, eski düzeninin temsilcileri ile yeni hegemonya düzeni peşinde koşanları dünyanın ortalarında tarihin her döneminde bir çekişme ya da çatışmayı gündeme getirmiştir. Bu gibi durumların doğal sonucu olarak da savaşlar birbirini izlemiş ve bir türlü kalıcı coğrafyada barış düzeni istikrarlı bir kalıcılığa kavuşamamıştır.

İnsanın doğal yapısı gereği çekişmeci olması, insanlık tarihini çatışmalar tarihine doğru yönlendirmiştir. İnsanı tanımağa yönelen bilim adamları yaptıkları çalışmaların sonucunda, insanı insanın kurdu olarak ilan etmesiyle, insanlar arasındaki doğal çekişmelerin çatışmaya dönüşmesi ihtimalini her zaman için canlı tutmuştur. Değişken bir yaratılışa sahip olan insanoğlunun eline geçirdiği olanaklar ile hiçbir zaman yetinmediği, ele geçirdikleri ya da kazandıkları ile yetinmeyerek her zaman için daha fazlasına yöneldikleri bir anlamda doğa yasası olarak öne çıkmaktadır. Sürekli olarak daha fazlasını arayan ve sahip oldukları ile yetinmeyen insanoğlunun bu tutumu, insanlık tarihini bir çatışma sürecine doğru yönlendirirken, böylesine olumsuz gelişmelerin devletlerin tepe kadrolarında yaşanmasıyla da savaşlar her zaman için devrede olmuş ve on bin yılı geçen insanlık tarihinde hiçbir zaman kalıcı bir barış dönemi gerçekleştirilememiştir. Tarihin ilk uygarlıklarının ortaya çıktığı Asya kıtasındaki devlet oluşumları sürekli savaşları kıtasal alanlarda yaygınlaştırmış, Mezopotamya uygarlığının tarih sahnesine çıkmasıyla beraber de Asya kıtasındaki savaşlar süreci merkezi alana taşınmıştır. Bu aşamadan sonra, Mısır, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri sürekli savaşlar ile geçmiş ve bu altı büyük hegemonya dönemlerinde, merkezi alanda savaşlar birbirini izleyerek, insanlık tarihinin değişimine giden yolu açmıştır. Orta su ülkesi anlamına gelen Mezopotamya uygarlığının ortaya çıkmasıyla beraber, tarihte ki doğu dönemi bitmiş, merkezi dönem başlamış ve merkezden çıkan güçlerin sürekli olarak batıya yönelmeleriyle beraber de batı hegemonyası dönemi başlamıştır. Bugünkü batı emperyal düzeninin başlangıç noktası Orta Doğu olmuş, Mezopotamya uygarlığı ile beraber insanlık çağdaş uygarlığa giden yerleşik düzenini kurabilmiştir. Göçebelikten yerleşik düzene geçiş, uygarlık yolunu batıya doğru geliştirmiş, bu bölgeden çıkan siyasal güçler Yunan ve Roma dönemleriyle beraber Avrupa merkezli yapılanmayı gündeme getirmişlerdir. Orta çağ sonrasında ise, insanlık denizlere açılınca, merkezi coğrafya Osmanlı hegemonyasının bekçiliğine bırakılmıştır.

Orta çağ ile başlayan, yeni ve yakın çağlar ile devam eden zaman dilimi içerisinde, Osmanlı İmparatorluğu bir anlamda Devlet-i Aliye adı ile merkezi büyük devlet olarak üç kıtanın kesişme alanı olan Avrasya’da, düzen ve güvenliğin hem kurucusu hem de koruyucusu olmuştur. Bu yüzden Osmanlı orduları sürekli olarak savaşmak zorunda kalmışlar, Çin’den gelip Orta Doğu’dan geçen ve Avrupa üzerinden batı ülkelerine giden ipek yolu ile doğu ve batı bölgeleri arasındaki dünya ticaret yolları Osmanlı devletinin gücü ile koruma altına alınmış ve böylece merkezi alana egemen olan Osmanlılar Orta çağ sonrasındaki ekonomik ve siyasal gelişmelerin tam odağında yer almışlardır. Yedi yüzyıl boyunca merkezi coğrafyaya egemen olan Osmanlı devleti sürekli olarak büyük ordulara sahip olmuş ve bu doğrultuda kendisine bağlı bütün bölgelerden asker devşirerek, dünya güvenliğini merkezi coğrafyada kalıcı kılmağa çaba göstermiştir. İstanbul’u aldıktan sonra Roma’yı almağa yönelen, Budapeşte seferini tamamladıktan sonra Bağdat seferine çıkan, Balkanlar’dan geldikten sonra Kafkaslara yönelen, Kıbrıs’ı ele geçirdikten sonra Kırım’ hegemonyası altına almağa çalışan Osmanlı gücü sahip olduğu büyük örgütlenme ile bir cihan imparatorluğu konumuna gelmiş ve dünyanın merkezinin mutlak hakimi olarak yirminci yüzyıla kadar mücadele etmiştir. Macaristan’ı ele geçirdikten sonra Avusturya’yı kendine bağlamağa çalışan Osmanlı gücü Orta Doğu üzerinden doğu bölgelerine de hegemonyasını taşımağa yönelmiş ve bu yüzden Asya kıtasının çeşitli yerlerinde de savaşlar yapmak zorunda kalmıştır. Doğu batı ekseninde bu kadar geniş bir merkezi coğrafyada güvenlik sağlamak bir anlamda Osmanlı’nın varlık nedeni olmuş ve bu yüzden sürekli olarak savaşlarla dolu geçin bir tarih sonrasında yirminci yüzyıla gelebilmiştir.

Osmanlılar merkezi bir devlet olarak hem merkezin bekçisi hem de merkezi çevreleyen geniş hinterland üzerinde de güvenlik sağlayıcı ana güç olmuş ve bu doğrultuda kendisine rakip olarak ortaya çıkan, Mısır, İran, Rusya, Avusturya, gibi ülkeler ile savaşmak zorunda kalmıştır. Osmanlı öncesinde bu coğrafyaya Hazar devletinin dağılması sonrasında Türkleri getirerek yerleştiren Selçuklu döneminde çok ciddi çekişmeler yaşanmış ve bu doğrultuda din savaşları gündeme gelmiştir. Bizans imparatorluğunun çöküşünden sonra kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu merkezi coğrafyada Türkleri yerleştirerek İslam’ın yayılmasında etkili olunca, bunun üzerine Avrupa devletleri birleşerek kutsal topraklar olarak bilinen Orta Doğu bölgesine yönelik haçlı seferlerini başlatmışlardır. Selçuklular on bir haçlı seferinin geri püskürtülmesinde başarılı olmuşlar, Bizans’ın yıkılmasından sonra merkezi coğrafyada İslam’ın yayılmasını sağlayarak Hıristiyan batılı güçlerin merkezi alanı ele geçirmelerine izin vermemişlerdir. Orta ve Kuzey Asya bölgelerinden gelen Türk kavimlerinin merkeze yerleşmeleri üzerine Selçuklu devleti imparatorluk düzenine kavuşmuş ama kuruluşundan yüzeli yıl sonra taht kavgaları yüzünden zayıflamış ve Moğol istilası ile de tarih sahnesinden çekilmiştir. Anadolu Selçuklu devletinin içinden çıkan Osmanlı beyliğinin hızla büyümesi üzerine merkezi alandaki otorite boşluğu doldurulabilmiş ve bu aşamadan sonra gene sürekli bir savaş dönemine girilmiştir. Osmanlı devleti daha bütünüyle Anadolu’ya egemen olamadan Balkanlar’a geçmek zorunda kalmış, Orta çağ koşullarına teslim olmuş olan Avrupa kıtasının doğu bölgelerinde yayılarak buraların devletsizlik ortamına son vermiştir. Balkanlar’da sürekli seferler ve savaşlar ile büyüyen Osmanlı, buradan gelen güç ile Kıpçak Türklerinin, Selçukluların ve Arapların ele geçiremediği İstanbul’u fethederek merkezi alanının mutlak hakimi olmuşlardır. Balkan savaşlarında üstünlük elde eden Osmanlılar daha sonraki aşamalarda Anadolu, Kafkaslar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerine yayılarak, bütün bu bölgeleri kendilerinin merkezinde yer aldıkları bir Devlet-i Aliye düzenine bağlayabilmişlerdir. Mısır, Roma, Bizans, Selçuklu dönemlerinin savaşlar ile dolu geçmesi gibi, Osmanlı dönemi de bir anlamda sürekli savaşların yaşandığı bir çekişme ya da çatışmalar çağı olarak geçmiştir.

Makedonya kralı Büyük İskender’in, Balkanlar’dan yola çıkarak Hindistan’a kadar at sırtında gitmesi, bir büyük gerçeği ortaya koymuştur. Merkezi coğrafyanın batısında ortaya çıkan siyasal ve askeri güç, tüm orta alana egemen olmayı hedeflediği bir aşamada, kendisini güvence altına alabilmek için Hindistan’a kadar giden coğrafyayı bütünüyle hegemonyası altına almak zorundadır. Eğer böylesine büyük bir alanda, merkezi coğrafyanın doğusu ile batısı bir araya getirilemezse o zaman, Asya ve Avrupa kıtalarından gelen saldırılar tehlikeli olabilmektedir. Haçlı seferleri Selçuklu hegemonyasını yıkabilirken, Cengiz han ya da Timur han gibi Asya imparatorları da merkeze gelerek, buraları kendi sınırları içerisine katmağa çaba sarf etmektedirler. Moğol imparatorlukları her zaman için bir Asya tehlikesi olarak merkezi alanı tehdit ederken, Büyük İskender ile başlayan ve daha sonraki dönemlerde Haçlı seferleri ile devam eden batıdan gelen tehditler de, dünyanın ortasında kurulmuş olan büyük devlet yapılarını her zaman için tehdit etmiştir. Osmanlılar Balkanlara egemen olunca haçlı seferlerinin önü kesilmiş ama sömürgeci batı Avrupa devletleri, Fransız devrimi sonrasında Akdeniz’den merkeze doğru gelmeğe başlayınca, yeniden Müslüman ve Hıristiyan savaşları Orta Doğu coğrafyasını kaplamıştır. Dünyayı beş yüz yıl boyunca okyanuslar üzerinden yöneten batı Avrupa devletleri, daha sonraki aşamada merkezi alanı da ele geçirmeğe yönelince, Osmanlı devletini yıkıma götüren yeni savaşlar süreci başlamış ve bu durum birinci dünya savaşına kadar devam ettirilerek, çeşitli cepheler üzerinden Osmanlı hegemonyası na son verilmiştir. Osmanlı bir anlamda bir güvenlik devleti olarak sürekli olarak savaşmak zorunda kalmış, kendi hegemonyası altına aldığı bölgeleri sürekli korumak zorunda kaldığı için, güçlü bir devlet düzeni ile bu bölgelere sahip çıkılmıştır. O dönemin koşullarında güç, orduya bağlı olduğu için, Osmanlılar dünyanın en büyük ordularından birisini sürekli olarak beslemek ve bu güç ile de, merkezi alana yönelik bütün saldırı tehditlerine karşı koymak durumunda idi.

Batı Avrupa’nın sömürgeci emperyal devletleri, sömürgelerinden getirdikleri zenginlikleri Avrupa’da örgütlemeğe başlayınca, Avrupa kıtası ortaçağdan çıkarak yeni ve yakın çağlara yönelmiş ve bu değişimin sonucunda da denizlerin fethi dönemi tamamlanarak, merkezi alana yönelen bir küresel hegemonya arayışı öne çıkmıştır. Avrasya gücü olarak büyüyüp güçlenen Rus İmparatorluğu güneye doğru inmeğe yöneldiğinde, Kırım ve Kafkas savaşları birbiri ardı sıra gündeme gelmiş, bu savaşların galibi olarak Rus Çarlığı Doğu Anadolu üzerinden Orta Doğu bölgelerine yöneldiği aşamada Büyük Britanya İmparatorluğu Fransa’yı da yanına alarak Doğu Akdeniz’e gelmiş, Kıbrıs’ı işgal ederek Filistin üzerinden bütün Arap yarımadasına doğru bir askeri işgal hareketini gündeme getirmiştir. Osmanlı devletinin Kuzey Afrika bölgelerinin karşı kıyılardaki Avrupa ülkeleri tarafından işgal edilmesiyle beraber, İngiliz ve Fransız orduları Orta Doğunun çeşitli bölgelerine girerek, buralarda Rusya gibi bir doğulu güce karşı batı hegemonyasını öne çıkarmışlardır. Böylece Osmanlı sonrası dönemde bir büyük Rus imparatorluğunun merkezi alanlara egemen olabilmesinin önü kesilmiş, geleceğin yenidünya düzeni doğrultusunda batılı bir yapılanma dönemi eski Osmanlı toprakları üzerinde başlatılmıştır. Böylesine bir olumsuz çatışma süreci içinde Osmanlı hem Kırım ve Kafkaslarda Ruslara karşı, hem de Orta Doğu ülkelerinde İngiliz ve Fransızlara karşı sürekli olarak savaşmak durumunda kalmış, zamanla birçok cephede aynı zamanda savaştığı için zayıf düşmüş, merkezi gücü azalınca, sınır ülkelerini elinde tutamamıştır. Merkezi güç zayıflayınca Osmanlı ülkelerinde de birbiri ardı sıra isyanlar ortaya çıkmış, bunların bir kısmı küçük yerel devletçikler kurarak, Osmanlı yönetiminden uzaklaşabilmenin yolunu aramışlardır. Bu yüzden Osmanlı devleti bir yandan bütün sınır cephelerinde yabancı güçlere karşı savaşırken aynı zamanda iç isyanları da bastırmak üzere sınır içi bölgelerde de sürekli sıcak çatışmalar ile boğuşarak, bunları ortadan kaldırmak istemiştir. Ne var ki, Osmanlının gücü hem içeride hem de dışarıda sürekli savaşlara yetmeyince, yıkılma ve dağılma kaçınılmaz olmuştur. Böylece savaşlar yolu ile kurulmuş olan Osmanlı hegemonyası gene savaşlar yolu ile zayıflayarak, ortadan kalkmak zorunda kalmıştır.

Dünyanın ortasında bir savaş alanı olan merkezi coğrafyanın sürekli savaşlarla dolu olan tarihi Roma, Bizans, Selçuklu imparatorluklarını geride bıraktığı gibi Osmanlı düzenini de ortadan kaldırarak, yeni bir döneme geçişin önünü açmıştır. Bir anlamda merkezi büyük devlet olarak kurulmuş olan Devlet-i Aliye isimli Osmanlı Devleti ortadan kalkarken, Osmanlı sonrası için bu coğrafyanın geleceğine yönelik çeşitli planlar ve projeler devreye sokulmuştur. Rusya, Britanya, Fransa, Almanya gibi dört büyük emperyalist güç, Osmanlı devletinin topraklarında kendi çıkarları doğrultusunda bir yeni hegemonya arayışı içine girerlerken birkaç bin yıl önceden gelen dinler çekişmesi de yeni bir aşamaya gelmiştir. Avrupa merkezli Orta Doğu arayışları yeni Bizans projelerini öne çıkarırken, Hıristiyanlardan önce bu toprakların sahibi olduğunu söyleyen Musevilerde tarihte kurmuş oldukları eski İsrail Devletini üçüncü kez kurarak kendileri için kutsal toprak ilan ettikleri merkezi bölgede yeni bir din devleti arayışı içine girmişlerdir. Siyonizm’i resmi bir ideoloji olarak ilan eden çeşitli sermaye lobileri aracılığı ile Orta Doğu’da yeni bir Yahudi devleti olgusu öne çıkarılırken, Birinci Dünya Savaşı koşullarından yararlanılarak ve bu büyük savaş sayesinde Osmanlı İmparatorluğu ortadan kaldırılmıştır. Büyük Britanya İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir İsrail devletinin kurulmasına izin vermeyince, Siyonist lobiler Amerika Birleşik Devletlerinde toplanarak, bu büyük devletin desteğini arkalarına alarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında üçüncü kez bir Yahudi devletini merkezi alanda kurabilmişlerdir. Böylece, İslam coğrafyasının tam ortasına bir başka din devleti kurularak, Orta Doğu’da yeniden din savaşları başlamış ve merkezi alan yeniden felaketler coğrafyasına dönüşmüştür. Küçük İsrail devleti ile yetinemeyen Siyonist lobiler, kendi güvenlikleri için daha geniş alanları kontrol altında tutabilecekleri bir Büyük İsrail projesini devreye soktukları aşamada; “karanlıklar coğrafyası” yeniden savaşlar alanına dönüşmüştür. Hıristiyan haçlı ordularının ele geçiremediği ve yerleşik bir devlet düzeni kuramadığı Filistin topraklarında, batının büyük Hıristiyan güçlerine arkasına alan Siyonist lobiler sürekli savaşlar üzerinden üçüncü İsrail’i kurmuşlardır. İsrail’in kurulmasıyla başlayan yeni dönemde Orta Doğu sürekli bir savaş alanına da yeniden döşmüş ve kutsal topraklar birbirini izleyen sıcak çatışmalara sahne olmuştur.

Dünyanın ortasında bir büyük güç olarak düzeni ve güvenliği sağlayan Osmanlı Devleti’nin çöküşü, otorite boşluğu yaratarak bölgeyi sürekli savaşlara ve dışarıdan gelen emperyal saldırı ve işgallere açık bir duruma getirdiği aşamada, Anadolu coğrafyasından yükselen bir bağımsızlık ateşi eski Osmanlı ahalisini bir araya getiriyor ve emperyalizme karşı verilen bir kurtuluş savaşı sayesinde tarih önünde yepyeni bir ulusal yapılanmanın devletleşmesi sağlanıyordu. Osmanlı devletinin çöküşü ile İsrail devletinin kuruluşu arasında dünya sahnesine çıkmış olan Türkiye Cumhuriyeti, yüzüncü yılına doğru yolunda ilerlerken, Osmanlı devletinden kalan otorite boşluğu alanını doldurmağa çalışmakta, sınır komşusu olan eski Osmanlı ve Selçuklu uzantısı devletler ile bir araya gelerek, yeni bir bölgesel barış dönemi arayışı içerisine girmiştir. Özellikle, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla meydana gelen yeni otorite boşluğu alanını doldurmağa çalışan Amerikan askeri gücü İsrail ile de işbirliği yaparak, merkezi coğrafyadaki Türk ve Müslüman üstünlüğüne son vermek, Rusya, Çin ve İran gibi doğulu güçlerin merkezi alanda üstünlük kurmalarını önleyebilmek doğrultusunda Hem Büyük Orta Doğu hem de Büyük İsrail federasyonları kurabilmenin arayışı içerisine girmişlerdir. Önce Kuveyt provokasyonu ile Körfez savaşı başlatılıyor ve daha sonraki aşamada bütün Irak işgal edilerek üçe bölünüyordu. Bundan sonraki aşamada, Libya, Mısır, Suriye, Arabistan, Suriye Türkiye ve İran gibi bölge ülkelerinde de tıpkı Irak’ta olduğu gibi parçalanma yolu ile müstakbel federasyonun eyaletleri olabilecek küçük devletçikler yaratılmak isteniyordu. Bu doğrultuda, bütün bölge ülkeleri ayaklandırılıyor, Arap baharı görünümünde, bölge halkları kendi devletlerine karşı isyana teşvik edilmiyordu. Tunus, Libya ve Mısır’da bu doğrultuda bazı sonuçlar elde edilince, bunun üzerine Suriye hedef tahtasına oturtularak Türkiye ve İran’ı da Suriye üzerinden sıcak çatışma ve savaş ortamına çekebilecek yeni kışkırtıcı senaryolar birbiri ardı sıra devreye sokuluyordu. Merkezi alanın batılı emperyal güçler ile Siyonistler arasında kurulmuş olan küresel emperyalizm düzenine zorlanması doğrultusunda bölgedeki bütün devletler hem iç hem de dış savaşlara doğru kışkırtılıyordu. Bölge halklarının alt kimlikleri hortlatılarak etnik ve dinsel cemaat farklılıkları öne çıkarılırken, küresel sermayenin güdümündeki medya kanalları üzerinden savaş çığırtkanlıkları kulakları sağırlaştırırcasına artırılıyordu. Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakının isteği olan yeni Orta Doğu düzeninin kurulabilmesi için bölgedeki bütün devletlerin ortadan kalkması ve her devletin içinden çıkacak yeni eyalet devletçiklerinin Kudüs’e bağlanmaları gerekiyordu. Yeni seçilen Mısır Cumhurbaşkanı yaptığı bir konuşmada artık bütün bölge ülkelerinin Kudüs’e bağlanması gerektiğini dile getirerek, işbirlikçi bir doğrultuda devlet başkanı olduğu Mısır devletinin bağımsızlığından ve Kahire’nin başkentliğinden hemen vazgeçebiliyordu.

Türkiye Cumhuriyeti felaketler coğrafyası olarak adlandırılan merkezi alanın tem merkezinde yer alan bir bağımsız ulus devlet olarak, savaşlar sonucunda kurulabilmiş ama daha sonraki aşamalarda da savaşlardan uzak durarak varlığını bugüne kadar sürdürebilmiştir. Atatürk, dünya tarihini ve jeopolitik bilimini çok iyi bilen bir devlet adamı olarak, Misakı Milli sınırları içerisinde bağımsız ulus devleti kurduktan sonra; “Yurtta sulh, cihanda sulh “ diyerek bütün dünyaya ve ülkesine sürekli barış hedefi göstermiştir. Savaşların içinden gelen bir asker olarak, savaşların ne derece büyük bir yıkım olduğunu iyi bilerek hareket etmiş ve Osmanlı Devletini yıkan savaşların Türkiye Cumhuriyetini de yıkmaması için, sürekli olarak barış çağrısında bulunmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir de, Ulusal Kurtuluş Savaşı yapmak zorunda kalan Türk ulusunun önderi olarak, savaşlar dönemini geride bırakmağa ve sürekli uzlaşmaya dönük barış ortamını kurumlaştırmağa çalışmış ve bu doğrultuda önemli girişimlerde bulunmuştur. Batının emperyal devletlerine mesafeli davranırken, bölge devletlerine ve sınır komşularına olabildiğince yakın davranmağa çalışmış, Alman ve İtalyan faşist rejimlerinin Orta Doğu’ya yönelmelerine karşı Balkan ülkeleri ile Balkan paktını, Sovyetler Birliğinin Orta Doğu’ya girmemesi için de sınır komşularıyla Sadabat Paktını oluşturmuştur. Bu tür bölgesel ittifakları, büyük emperyal güçlerin merkezi alana kayma ve bu bölgelerde saldırı savaşları başlatmaları ihtimaline karşı bir önlem olarak geliştirmiş ve böylece her türlü savaş tehdidine karşı bölge ülkeleri ve komşularıyla birlikte güvenlik yapılanması oluşturmağa çaba göstermiştir. Osmanlı imparatorluğu sonrasında orta boy bir devlet olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyetinin gücünün bütün merkezi coğrafyada güvenlik üretimi için yeterli olamayacağını gören Mustafa Kemal Atatürk, hem yurtta hem de bölgede dünyada barış olabilmesi için bölgesel yapılanmaların öncülüğünü yapmağa çalışmıştır. Onun geliştirmiş olduğu gerçekçi Kemalist politikalar sayesinde, ikinci dünya savaşı Avrupa kıtasında kalmış ama Orta Doğu’ya uzanamamıştır. Hitler ve Mussolini gibi iki çılgın lider ikilisi akla gelen her türlü saldırıyı yaparlarken bile, merkezi coğrafyanın barış düzenini Balkan ve Sadabat Paktlarının sağlamış olduğu destekler yüzünden bozamamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti ikinci dünya savaşı döneminde aynı zamanda emperyal güçlere karşı tarafsız kalarak ve komşularıyla dayanışma sağlayarak, büyük güçler arasındaki dengelerde aktif bir tarafsızlık siyaseti izleyerek bölgesel barışın güvencesi olabilmiştir. Avrupa’da cereyan eden iki büyük dünya savaşının merkezi alana kaymaması için Türkiye Cumhuriyeti her zaman dinamik bir dış politika ile önlemler alarak bunları kararlı bir biçimde uygulamış, böylece savaş tehditlerine karşı barışı koruyabilmiştir. Türkiye kuruluşuyla beraber merkezi barışın öncüsü ve uygulayıcısı olmağa çalışmıştır.

“Yurtta sulh, cihanda sulh “ çağrısıyla bütün dünyaya barış davetinde bulunan Atatürk aynı zamanda “Yaşamsal bir zorunluluk yoksa savaş bir cinayettir“ diyerek her zaman için savaşlara karşı olduğunu açıkça dile getirmiştir. İnsanlık suçu olan cinayete savaşların tanımında yer veren, Atatürk’ün savaşı açıkça cinayet olarak gördüğünü göstermektedir. Herkesin kendisini ve kazanılmış haklarını koruma doğrultusunda meşru müdafaa hakkı olduğunu, yaşamsal bir zorunluluk olarak tanımlayan Atatürk, bu gibi durumların dışında her türlü savaşı cinayet olarak niteleyerek insanlığı savaşlara karşı uyarmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılış günü yaptığı konuşmada, Osmanlı İmparatorluğundan farklı bir dış politika izleneceğini, daha önce ilan edilmiş olan Misak-ı Milli sınırlarına bağlı kalınacağını, sınır ötesi hiçbir maceraya girilmeyeceğini, Osmanlı döneminde gündeme getirilen Pan-islamizm ya da Pan-turanizm siyasetlerinden uzak kalınacağını, tamamen milli bir devlet odaklı barış siyaseti izleneceğini bütün dünya kamuoyuna resme açıklamıştır. Bu nedenle, kurucu iradeden gelen bir kalıcı barış siyasete Türk devletinin temellerinde yer almaktadır. Artık Osmanlı devleti gibi ipek yolu bekçiliği ya da doğu-batı ticaretinin koruyuculuğunu yapmak gibi bir bölgesel göreve, Türkiye Cumhuriyetinin talip olmadığı açıkça ortaya konulmuş ve böylece sınır ötesi maceralar ile savaşlara sürüklenme tehlikesinin önü kapatılmağa çalışılmıştır. Bölgesel ittifaklar ile merkezi coğrafyanın barış ortamı kalıcı bir yapılanmağa doğru yönlendirilirken, bölge dışı emperyal güçlere karşı komşuların dayanışma düzeni ile önlem alınmağa çalışılmıştır. Küresel hegemonya peşinde koşan bütün emperyalistlere karşı, merkezi coğrafyanın devletleri ile halkları bir araya gelerek ortak bir dayanışma düzeni çerçevesinde kendi varlıklarını güvence altına alabilecekler ve böylece dünyanın orta yerini felaketler ya da savaşlar coğrafyası olmaktan çıkartabileceklerdir. Atatürk böylesine, önemli bir barış görevinin öncüsü olarak “Yurtta barış, cihanda barış “ ilkesini bir siyasal miras olarak Türkiye Cumhuriyetine bırakmıştır.

Savaş coğrafyasının ortasında bir barış devleti olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetini hiçbir gücün, kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu siyasal modelinden farklı bir yapılanmaya hukuken taşıyamaması gerekmektedir. Bir devlet bölgesinde kalıcı barışın güvencesi olarak bir barış devleti kimliği ile kurulmuş ise, hukuken hiçbir emperyal gücün bu barış devletini kendi siyasal ya da ekonomik çıkarları uğruna savaş devletine dönüştürememesi gerekmektedir. Uluslar arası kamu hukuku açısından konu ele alındığında, barış amaçlı örgütlenmelerin savaş hedefine doğru yönlendirilemeyeceği gibi açık bir ilkenin bulunduğu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Misakı Milli sınırları içerisinde yaşamakta olan Türk ulusunun geleceği ve güvenliği ile bölge barışı için kurulduğundan, hiçbir siyasal gücün bu durumu değiştirmeğe hakkı yoktur. Türk devleti kuruluşundan gelen irade ve yapı ile hem kendi ülkesi, hem merkezi coğrafya hem de dünya düzeni için barış ve güvenlik merkezi olarak, hem barış hem de güvenlik üretmeğe devam edecektir. O zaman, yurtta barış ve dünyada barış, Türkiye Cumhuriyeti ile beraber bütün merkezi coğrafya ülkelerinin de ana ilkesi haline gelecek ve dış emperyal güçlerin kışkırtmaları yüzünden çeşitli savaş senaryolarına Türkiye ve komşuları hiçbir zaman alet olmayacaklardır. Kendi çıkarları uğruna savaş isteyen lobilerin bu gerçeği artık kabul etmelerinde dünya barışı açısından yarar vardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder