14 Haziran 2018 Perşembe

YUNANİSTAN’I SOL KURTARACAK (No: 1 ve 2) Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

YUNANİSTAN’I SOL KURTARACAK
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Komşumuz Yunanistan’da geçen hafta yapılan genel seçimlerde iktidar sandık yolu ile değişti .Soğuk savaş döneminde bir ara iç savaş yaşayan daha sonraki yıllarda ise bir ara askeri rejime sürüklenen Yunanistan’da demokrasi tıkır tıkır işlerken , iktidar serbest seçimler yolu ile eldeğiştirebilmektedir . Geçen haftaki seçim sonuçları iktidar için tam bir yenilgi , ana muhalefet partisi için ise tam bir zafer olarak görülmektedir .Yeni iktidara gelen sol parti yüzde 44 oy alırken , eski iktidar partisi tam on puan geride kalarak yeni ana muhalefet partisi konumuna gelmiştir .Bu sonuçlar üzerine eski başbakan partisinin genel başkanlığından istifa ederek siyaseti bırakmıştır . Türkiye’de ise , yıllardır siyasete demir atmış genel başkanlar döne döne seçim kaybetmelerine rağmen partilerinin başındaki görevlerini inadına sürdürmektedirler . Yunanistan ile Türkiye gibi iki komşu ülke arasındaki bu fark bile demokrasi açısından Türkiye için bir ders ortaya koymaktadır .

Seçim sonuçlarına göre , Yunanistan’da sol bir parti iktidara gelmiştir . Batı blokuna dahil olarak aynı zamanda Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan , dünya ekonomik krize girerken sol bir partiyi iktidara getirmiştir. Avrupa Birliği üyesi olan on ülkede son yıllarda sol partiler iktidardan düşerken , ekonomik krize tepki olarak merkez sağ partiler iktidara gelmişlerdir . Batı ülkelerinde halk kitleleri ekonomi kötüye giderken sistemin asıl partileri olan merkez sağ partileri iktidara getirmeyi tercih etmiştir . En son Almanya seçimleri de bu durumu açıkca doğrulamıştır . Avrupa’nın patronu durumunda olan Almanya güçlü ekonomisine rağmen ekonomik krizin sarsıntılarına sürüklenirken ,sosyal demokratlar ciddi bir oy kaybederek iktidardan inmek zorunda kalmış, oylarını epeyce artıran liberaller iktidara ortak olyarak yeni Alman hükümetini muhafazakar parti ile kurmuştur . Bugünün koşullarında batı dünyasında sağ iktidarlar öne geçerken , Yunanistan’da bu durumun tamamen aksi olarak sol bir parti iktidar olma şansını yakalamıştır .

Batı dünyasının şımarık çocuğu konumundaki Yunanistan hiç bir zaman bir sanayi ülkesi olamamış ve bu yüzden de her zaman için batının büyük ülkelerine bağımlı bir düzen içerisinde varlığını bugüne kadar sürdürmüştür . Batının zengin ülkelerinin tatil ülkesi olan Yunanistan’ın hırıstıyan dünyasının sevgili ülkesi olarak her zaman dışarıdan yardım aldığı görülmüştür .Avrupa Birliğine girdikten sonra en büyük ekonomik yardımları Yunanistan almış ve bu yoldan Yunan halkının yıllık geliri Türkiye’nin bir kaç misli fazla olmuştur . On milyonluk nüfusu hiç bir zaman artmayan hatta zaman içerisinde azalan Yunanistan Avrupa yardımları ile bugüne kadar gelebilmiş ama artık batılı ülkeler ekonomik kriz aşamasında Yunanistan’a yardımları kesince , ekonomik krizden en fazla etkilenen ülkeler arasına doğru Yunanistan sürüklenmiştir . Son seçimlerde ortaya çıkan tablonun Yunan halkının böylesine bir duruma tepki göstermesinden kaynaklandığı söylenmektedir . Yunan halkı ekonomik krizden fazlasıyla etkilenirken ve Yunanistanın en büyük gelir kaynağı olan turizm gelirleri düşerken halk kitleleri geleceğe dönük olarak sol bir partiyi iktidara getirmiştir .

Küreselleşme döneminin getirdiği alt kimlikçilik hastalığı Yunanistan’da da depreşirken , ülkenin çeşitli bölgelerinde ayrılıkçı hareketlerin gündeme geldiği görülmüştür . Bu doğrultuda ,Girit adası Yunanistan’dan koparak ayrı bir bağımsız devlet olmağa doğru ilerlerken , ülkenin sınırları içerisinde yer alan güney Makedonya bölgesinin kuzey Makedonya ile birleşmek üzere harekete geçtiği görülmektedir , Aüyrıca , Yunanistan’a bağlı olan ege adalarında bağımsız bir Rum devleti olarak bir Ege Cumhuriyeti kurulması düşüncesi gündeme getirilmekte ve bu doğrultuda Yunanistan’dan çok uzakta kalan Kıbrıslı Rumların Ege adalarına dönerek burada bir Ege Cumhuriyetinin kuruluşunda rol almağa hazırlandıklyarı görülmektedir . Kosova’Rnın bağımsızlığını kazanmasından sonra Balkanlar’da gündeme gelen Büyük Arnavutluk projesi doğrultusunda , bir buçuk milyon Arnavut’un halen yaşadığı Güney Arnavutluk bölgesinin Yunanistan’dan ayrılarak böylesine bir proje içerisinde yer almağa çalıştığı görülmektedir . Yunanistan’ın bu doğrultudaki dağılma süreci içerisinde her bölge kendi geleceğini ararken , beş yüz bine yakın Türk asıllı insanın yaşamakta olduğu Batı Trakya bölgesi de kendi başının çaresine bakarak Osmanlı döneminde olduğu gibi doğu Trakya ile birleşmeğe hazırlanmaktadır .Küreselleşme eğilimleri avrupa birliğinin Kopenhag kriterlmeri ile birleşince , Yunanistan’da Kopenhag kriterlerinin birbirinden kopardığı bölgelerin ülkesi olma durumuna sürüklenmiştir . Alt kimlikçiliğin her yönü ile kışkırtıldığı ve hızlı bir biçimde tırmandırıldığı Yunanistan’da artık sağ ya da merkez partilerin liberal polikalarla ülkeyi kurtarma şansı kalmamıştır . Kuruluşu sırasında dünyanın egemen güçleri olan İngiltere,Fransa ve Rusya’nın destekleri ile Osmanlı imparatorluğuna karşı fazlasıyla genişletilen Yunanistan bugün tıpkı Yugoslavya gibi paramparça olma aşamasına gelmiştir . Osmanlıyı yokeden Balkanizasyon süreci Yugoslavya’yı da yokettikten sonra, günümüzde Yunanistan’ı da yoketme aşamasına gelmiştir .Yunan halkı bu durumu gördüğüden yeniden sol politikalar ile alt kimlikçiliğin ve etnik politikaların devredışı bırakılabilmesi için Pasok partisine oy vermiştir .

PASOK isimli sol partinin adının açılımı Pan-Helenik Sosyalist Partidir . Bu siyasal kuruluş hem sosyalist bir çizgiyi hemde bütün Helen kökenli halkları biraraya getirmeyi hedefleyen bir Pan-Helenizim’i de aynı zamanda savunabilmektedir . Türkiye’de benzeri bir Pan-Türkist ya da Pan-Turanist bir parti kurulsa bütün Avrupa ülkeleri ve batı dünyası baskılarla bunu önlemeğe çalışır ama Yunanistan’daki böylesine bir ırkçı partiyi görmezden gelebilmektedirler . Avusturya’da uç milliyetçi bir seçim zaferi kazanarak iktidara gelmesine rağmen partinin hükümet kurmasına izin vermeyen batı dünyası her nedense Yunanistan’da benzeri bir çizgide uç milliyetçiliği savunan bir siyasal parti olarak PASOK’a tepki göstermemekte ve böylesine bir nasyonel –sosyalist partinin iktidara gelmesini doğal bir gelişme olarak karşılamaktadırlar . Burada batının şımarık çocuğu Yunanistan’a karşı gene çifte standartlı davranarak Avusturya’da izin vermediği bir gelişmeye Avrupa Birliği içinde karşı çıkılmamaktadır .

Pan-Helenik bir parti olarak PASOK iktidarı sırasında hem Yunan milliyetçiliğini güçlendirerek dışa karşı daha güçlü bir Yunanistan’ı hem de sosyalist poltikaları öne çıkararak alt kimlikçi grupçuluğu ya da bölgeciliği devredışı bırakacak bir politika izlemeye hazırlanan bu partinin genel başkanı Papandreu, hem Yahudi bir annenin evladı hem de bir Amerikan vatandaşı olarak , dış politika açılımlarında Avrupa Birliğinin dışına çıkarak ABD ve İsrail’e yakın yeni politik girişimler geliştirebilecektir . Büyük Orta Doğu projesi içerisinde eski bir Osmanlı ülkesi olarak Yunanistan’da kendisine uygun bir yer aramağa ABD ve İsrail desteği ile yönelirse o zaman PASOK döneminde Avrupa Birliği üyesi olmasına rağmen Yunan devleti ile avrupa ülkelerinin arası açılabilecektir . Avrupa fonları ile bugüne kadar gelen Yunanistan , bu fonların tükenmesi ve Avrupa ülkelerinin ciddi ekonomik krizlere sürüklenmmesi noktasında küresel sermayeyi yönlendiren ABD ve İsrail ikilisinin daha fazla etkisi altına girmesi beklenebilir .Böylece Yunanistan yeni dönemde bitmekte olan Avrupa Birliğinden uzaklaşarak ABD ve İsrail yönlendirmesiyle eski bir Osmanlı ülkesi olarak Büyük Orta Doğu Projesi içerisinde yer almağa yönelebilir . Girit’in ayrı bir devlet olmağa doğru sürüklenmesini bizzat İsrail yönlendirmekte ve bu doğrultuda Fransa’nın desteği alınarak yeni bir Akdeniz Birliği oluşumu öne çıkarılmaktadır .ABD vatandaşı ve yahudi asıllı Papendreu’nun Avrupa’dan daha çok ABD ve İsrail ile işbirliğini tercih edeceği beklenmektedir . Avrupa Birliği şampiyonu Karamanlis’in seçimleri kaybetmesi de böylesine bir dönemecin önünü açmıştır .

Halka doğruları söyleyerek seçimleri yitiren Karamanlis’in yerine halka daha mesafeli duran ve babasından gelme gizli politikalar geleneğini sürdüren Papendreu’nun önümüzdeki dönemde dağılan bir ülkeyi toparlamak için dışa karşı milliyetçi , içe karşı da sosyalist politikalara yöneleceği kesin görülmektedir .Türkiye’ye çok benzeyen koşullara sahip olan Yunanistan’daki bu son gelişmelerin Türkiye açısından fazlasıyla derslerle dolu olduğu görülmektedir . Kapitalist sistemin büyük krize sürüklenmesiyle beraber iflas eden merkez sağ politikalar Yunan halkı tarafından rededilirken , krizden çıkmak için devlet öncülüğünde sol ve sosyalist politikaların Yunanistan’ı içine düştüğü çıkmazdan kurtarması beklenirken , orta tabakaların bütünüyle çöktüğü ülke topraklarının ve milli kuruluşların yabancılara satıldığı ,büyük halk kitlelerinin ileri derecede yoksulluğa sürüklendiği bir aşamada , komşuda iktidara gelen sol parti Türkiye açısından önemli bir örnek oluşturmaktadır ,. Önümüzdeki yıl bir erken seçime doğru ilerleyen Türkiye’de de benzeri bir sol alternatifin iktidara gelmesiyle , tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi yoksulluk ve dağılma sorunları aşılabilecektir .Siyasal koşullar açısından fazlasıyla birbirine benzeyen iki ülke birarada ele alınırsa , Yunanistan’daki iktidarın sağdan sola geçmesi Türkiye için de bugünün koşullarında olumlu bir yön göstermektedir .Yunanistan’dan sonra sıra Türkiye’ye gelmiştir . Türkiye’de demokrasinin kesintisiz devam edebilmesi için ,iktidarın serbest seçimler yolu ile el değiştirmesi,iktidarın sağdan sola geçerek yoksul halk kitlelerinin beklentilerini karşılayacak sol bir iktidarın işbaşına gelmesi gerekmektedir. Ne var ki , Türkiye’deki sol partinin başındaki sağ önderlik ve kadronun acilen ve öncelikli olarak değişmesi gerekmektedir . Liderini değiştirecek sol parti , ayrıcalıklı zengin kesimlerin değil ama çalışan halk kitlelerinin temlsilcilerinden oluşacak yepyeni bir kadro ile seçim meydanlarına çıkılırsa o zaman Türk halkı da Yunan halkı gibi sol bir iktidarı işbaşına getirmesini bilecektir . Unutulmasın ki, komşuda pişer bize de düşer . Komşumuz Yunanistan’da olgunlaşan demokratik alternatifin Türkiye’de de gündeme getirilmesi , ülkeyi hem ekonomik darboğazdan hem de iç çatışmalardan kurtaracaktır . Yunanistan’ı kurtaracak solun Türkiye’yi de kurtarması beklenmektedir . Ama bu solun , Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda sermayenin güdümünde bir liberal sol değil fakat halk kitlelerinin yönlendirmesinde bir ulusal sol olması gerekmektedir .Gerçek anlamda devletin öncülüğünde uygulanacak sol politikalar Türk halkını hemyoksulluktan hem de açlıktan kurtaracak , Türkiye’nin dış yönlendirmelerle içine sürüklendiği etnik çatışmaları da devredışı bırakacaktır . Türk kamuoyu Yunanistan’ı dikkatle izlemeğe ve gerekli dersleri almağa devam etmelidir . .
***
YUNANİSTAN’I SOL KURTARACAK (2)
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


Komşumuz Yunanistan’da geçen hafta yapılan genel seçimlerde iktidar sandık yolu ile değişti. Soğuk savaş döneminde bir ara iç savaş yaşayan daha sonraki yıllarda ise bir ara askeri rejime sürüklenen Yunanistan’da demokrasi tıkır tıkır işlerken, iktidar serbest seçimler yolu ile el değiştirebilmektedir. Geçen haftaki seçim sonuçları iktidar için tam bir yenilgi, ana muhalefet partisi için ise tam bir zafer olarak görülmektedir. Yeni iktidara gelen sol parti yüzde 44 oy alırken, eski iktidar partisi tam on puan geride kalarak yeni ana muhalefet partisi konumuna gelmiştir. Bu sonuçlar üzerine eski başbakan partisinin genel başkanlığından istifa ederek siyaseti bırakmıştır. Türkiye’de ise, yıllardır siyasete demir atmış genel başkanlar döne döne seçim kaybetmelerine rağmen partilerinin başındaki görevlerini inadına sürdürmektedirler. Yunanistan ile Türkiye gibi iki komşu ülke arasındaki bu fark bile demokrasi açısından Türkiye için bir ders ortaya koymaktadır.

Seçim sonuçlarına göre, Yunanistan’da sol bir parti iktidara gelmiştir. Batı bloğuna dahil olarak aynı zamanda Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan, dünya ekonomik krize girerken sol bir partiyi iktidara getirmiştir. Avrupa Birliği üyesi olan on ülkede son yıllarda sol partiler iktidardan düşerken, ekonomik krize tepki olarak merkez sağ partiler iktidara gelmişlerdir. Batı ülkelerinde halk kitleleri ekonomi kötüye giderken sistemin asıl partileri olan merkez sağ partileri iktidara getirmeyi tercih etmiştir. En son Almanya seçimleri de bu durumu açıkca doğrulamıştır. Avrupa’nın patronu durumunda olan Almanya güçlü ekonomisine rağmen ekonomik krizin sarsıntılarına sürüklenirken, sosyal demokratlar ciddi bir oy kaybederek iktidardan inmek zorunda kalmış, oylarını epeyce artıran liberaller iktidara ortak olyarak yeni Alman hükümetini muhafazakar parti ile kurmuştur. Bugünün koşullarında batı dünyasında sağ iktidarlar öne geçerken, Yunanistan’da bu durumun tamamen aksi olarak sol bir parti iktidar olma şansını yakalamıştır.

Batı dünyasının şımarık çocuğu konumundaki Yunanistan hiç bir zaman bir sanayi ülkesi olamamış ve bu yüzden de her zaman için batının büyük ülkelerine bağımlı bir düzen içerisinde varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Batının zengin ülkelerinin tatil ülkesi olan Yunanistan’ın Hıristiyan dünyasının sevgili ülkesi olarak her zaman dışarıdan yardım aldığı görülmüştür. Avrupa Birliğine girdikten sonra en büyük ekonomik yardımları Yunanistan almış ve bu yoldan Yunan halkının yıllık geliri Türkiye’nin bir kaç misli fazla olmuştur. On milyonluk nüfusu hiç bir zaman artmayan hatta zaman içerisinde azalan Yunanistan Avrupa yardımları ile bugüne kadar gelebilmiş ama artık batılı ülkeler ekonomik kriz aşamasında Yunanistan’a yardımları kesince, ekonomik krizden en fazla etkilenen ülkeler arasına doğru Yunanistan sürüklenmiştir. Son seçimlerde ortaya çıkan tablonun Yunan halkının böylesine bir duruma tepki göstermesinden kaynaklandığı söylenmektedir. Yunan halkı ekonomik krizden fazlasıyla etkilenirken ve Yunanistan’ın en büyük gelir kaynağı olan turizm gelirleri düşerken halk kitleleri geleceğe dönük olarak sol bir partiyi iktidara getirmişti.

Küreselleşme döneminin getirdiği alt kimlikçilik hastalığı Yunanistan’da da depreşirken, ülkenin çeşitli bölgelerinde ayrılıkçı hareketlerin gündeme geldiği görülmüştür. Bu doğrultuda, Girit adası Yunanistan’dan koparak ayrı bir bağımsız devlet olmağa doğru ilerlerken, ülkenin sınırları içerisinde yer alan güney Makedonya bölgesinin kuzey Makedonya ile birleşmek üzere harekete geçtiği görülmektedir, Ayrıca, Yunanistan’a bağlı olan ege adalarında bağımsız bir Rum devleti olarak bir Ege Cumhuriyeti kurulması düşüncesi gündeme getirilmekte ve bu doğrultuda Yunanistan’dan çok uzakta kalan Kıbrıslı Rumların Ege adalarına dönerek burada bir Ege Cumhuriyetinin kuruluşunda rol almağa hazırlandıkları görülmektedir. Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra Balkanlar’da gündeme gelen Büyük Arnavutluk projesi doğrultusunda, bir buçuk milyon Arnavut’un halen yaşadığı Güney Arnavutluk bölgesinin Yunanistan’dan ayrılarak böylesine bir proje içerisinde yer almağa çalıştığı görülmektedir. Yunanistan’ın bu doğrultudaki dağılma süreci içerisinde her bölge kendi geleceğini ararken, beş yüz bine yakın Türk asıllı insanın yaşamakta olduğu Batı Trakya bölgesi de kendi başının çaresine bakarak Osmanlı döneminde olduğu gibi doğu Trakya ile birleşmeğe hazırlanmaktadır. Küreselleşme eğilimleri Avrupa birliğinin Kopenhag kriterleri ile birleşince, Yunanistan’da Kopenhag kriterlerinin birbirinden kopardığı bölgelerin ülkesi olma durumuna sürüklenmiştir. Alt kimlikçiliğin her yönü ile kışkırtıldığı ve hızlı bir biçimde tırmandırıldığı Yunanistan’da artık sağ ya da merkez partilerin liberal polkalarla ülkeyi kurtarma şansı kalmamıştır. Kuruluşu sırasında dünyanın egemen güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın destekleri ile Osmanlı imparatorluğuna karşı fazlasıyla genişletilen Yunanistan bugün tıpkı Yugoslavya gibi paramparça olma aşamasına gelmiştir. Osmanlıyı yok eden Balkanizasyon süreci Yugoslavya’yı da yok ettikten sonra, günümüzde Yunanistan’ı da yok etme aşamasına gelmiştir.Yunan halkı bu durumu gördüğüden yeniden sol politikalar ile alt kimlikçiliğin ve etnik politikaların devredışı bırakılabilmesi için Pasok partisine oy vermiştir.

PASOK isimli sol partinin adının açılımı Pan-Helenik Sosyalist Partidir . Bu siyasal kuruluş hem sosyalist bir çizgiyi hemde bütün Helen kökenli halkları biraraya getirmeyi hedefleyen bir Pan-Helenizim’i de aynı zamanda savunabilmektedir. Türkiye’de benzeri bir Pan-Türkist ya da Pan-Turanist bir parti kurulsa bütün Avrupa ülkeleri ve batı dünyası baskılarla bunu önlemeğe çalışır ama Yunanistan’daki böylesine bir ırkçı partiyi görmezden gelebilmektedirler. Avusturya’da uç milliyetçi bir seçim zaferi kazanarak iktidara gelmesine rağmen partinin hükümet kurmasına izin vermeyen batı dünyası her nedense Yunanistan’da benzeri bir çizgide uç milliyetçiliği savunan bir siyasal parti olarak PASOK’a tepki göstermemekte ve böylesine bir nasyonel sosyalist partinin iktidara gelmesini doğal bir gelişme olarak karşılamaktadırlar. Burada batının şımarık çocuğu Yunanistan’a karşı gene çifte standartlı davranarak Avusturya’da izin vermediği bir gelişmeye Avrupa Birliği içinde karşı çıkılmamaktadır.

Pan-Helenik bir parti olarak PASOK iktidarı sırasında hem Yunan milliyetçiliğini güçlendirerek dışa karşı daha güçlü bir Yunanistan’ı hem de sosyalist poltikaları öne çıkararak alt kimlikçi grupçuluğu ya da bölgeciliği devredışı bırakacak bir politika izlemeye hazırlanan bu partinin genel başkanı Papandreu, hem Yahudi bir annenin evladı hem de bir Amerikan vatandaşı olarak, dış politika açılımlarında Avrupa Birliğinin dışına çıkarak ABD ve İsrail’e yakın yeni politik girişimler geliştirebilecektir. Büyük Orta Doğu projesi içerisinde eski bir Osmanlı ülkesi olarak Yunanistan’da kendisine uygun bir yer aramağa ABD ve İsrail desteği ile yönelirse o zaman PASOK döneminde Avrupa Birliği üyesi olmasına rağmen Yunan devleti ile Avrupa ülkelerinin arası açılabilecektir. Avrupa fonları ile bugüne kadar gelen Yunanistan bu fonların tükenmesi ve Avrupa ülkelerinin ciddi ekonomik krizlere sürüklenmmesi noktasında küresel sermayeyi yönlendiren ABD ve İsrail ikilisinin daha fazla etkisi altına girmesi beklenebilir .Böylece Yunanistan yeni dönemde bitmekte olan Avrupa Birliğinden uzaklaşarak ABD ve İsrail yönlendirmesiyle eski bir Osmanlı ülkesi olarak Büyük Orta Doğu Projesi içerisinde yer almağa yönelebilir . Girit’in ayrı bir devlet olmağa doğru sürüklenmesini bizzat İsrail yönlendirmekte ve bu doğrultuda Fransa’nın desteği alınarak yeni bir Akdeniz Birliği oluşumu öne çıkarılmaktadır. ABD vatandaşı ve Yahudi asıllı Papendreu’nun Avrupa’dan daha çok ABD ve İsrail ile işbirliğini tercih edeceği beklenmektedir . Avrupa Birliği şampiyonu Karamanlis’in seçimleri kaybetmesi de böylesine bir dönemecin önünü açmıştır.

Halka doğruları söyleyerek seçimleri yitiren Karamanlis’in yerine halka daha mesafeli duran ve babasından gelme gizli politikalar geleneğini sürdüren Papendreu’nun önümüzdeki dönemde dağılan bir ülkeyi toparlamak için dışa karşı milliyetçi, içe karşı da sosyalist politikalara yöneleceği kesin görülmektedir. Türkiye’ye çok benzeyen koşullara sahip olan Yunanistan’daki bu son gelişmelerin Türkiye açısından fazlasıyla derslerle dolu olduğu görülmektedir. Kapitalist sistemin büyük krize sürüklenmesiyle beraber iflas eden merkez sağ politikalar Yunan halkı tarafından reddedilirken, krizden çıkmak için devlet öncülüğünde sol ve sosyalist politikaların Yunanistan’ı içine düştüğü çıkmazdan kurtarması beklenirken, orta tabakaların bütünüyle çöktüğü ülke topraklarının ve milli kuruluşların yabancılara satıldığı, büyük halk kitlelerinin ileri derecede yoksulluğa sürüklendiği bir aşamada, komşuda iktidara gelen sol parti Türkiye açısından önemli bir örnek oluşturmaktadır. Önümüzdeki yıl bir erken seçime doğru ilerleyen Türkiye’de de benzeri bir sol alternatifin iktidara gelmesiyle, tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi yoksulluk ve dağılma sorunları aşılabilecektir. Siyasal koşullar açısından fazlasıyla birbirine benzeyen iki ülke birarada ele alınırsa, Yunanistan’daki iktidarın sağdan sola geçmesi Türkiye için de bugünün koşullarında olumlu bir yön göstermektedir. Yunanistan’dan sonra sıra Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’de demokrasinin kesintisiz devam edebilmesi için, iktidarın serbest seçimler yolu ile el değiştirmesi, iktidarın sağdan sola geçerek yoksul halk kitlelerinin beklentilerini karşılayacak sol bir iktidarın işbaşına gelmesi gerekmektedir. Ne var ki, Türkiye’deki sol partinin başındaki sağ önderlik ve kadronun acilen ve öncelikli olarak değişmesi gerekmektedir. Liderini değiştirecek sol parti, ayrıcalıklı zengin kesimlerin değil ama çalışan halk kitlelerinin temsilcilerinden oluşacak yepyeni bir kadro ile seçim meydanlarına çıkılırsa o zaman Türk halkı da Yunan halkı gibi sol bir iktidarı işbaşına getirmesini bilecektir. Unutulmasın ki, komşuda pişer bize de düşer. Komşumuz Yunanistan’da olgunlaşan demokratik alternatifin Türkiye’de de gündeme getirilmesi, ülkeyi hem ekonomik darboğazdan hem de iç çatışmalardan kurtaracaktır. Yunanistan’ı kurtaracak solun Türkiye’yi de kurtarması beklenmektedir. Ama bu solun, Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda sermayenin güdümünde bir liberal sol değil fakat halk kitlelerinin yönlendirmesinde bir ulusal sol olması gerekmektedir. Gerçek anlamda devletin öncülüğünde uygulanacak sol politikalar Türk halkını hem yoksulluktan hem de açlıktan kurtaracak, Türkiye’nin dış yönlendirmelerle içine sürüklendiği etnik çatışmaları da devre dışı bırakacaktır. Türk kamuoyu Yunanistan’ı dikkatle izlemeğe ve gerekli dersleri almağa devam etmelidir.

"YURTTA SULH, CİHANDA SULH", Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


YURTTA SULH,
CİHANDA SULH 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Bu makalenin başlığı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün hem kendi ülkesine hem de bütün dünyaya vermiş olduğu büyük mesajdır. Çağdaş dünyanın en önde gelen önderlerinden birisi olan Atatürk, binlerce yıllık insanlık tarihinin savaşlarla dolu geçen sayfalarını iyi bilen bir asker ve komutan olarak, herkese sulh çağrısında bulunmasının anlamı son derece büyüktür. Savaşlardan gelen bir komutanın, yepyeni bir devlet kurduğu aşamada ülkesine ve insanlığa barış çağrısında bulunması üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir durum yaratmaktadır. Özellikle savaş tamtamlarının seslerinin yükseltildiği, bütün dünyayı yeni bir cihan savaşına sürükleyecek olayların hızlandırıldığı bir aşamada, gözlerin birbirini göremeyecek derecede körleştirildiği bir savaş öncesi ortamda, durup düşünmek ve geçmişten ders alarak hareket etmek yaklaşmakta olan üçüncü dünya savaşından ya da bir nükleer kıyametten insanlığı kurtarabilecektir.

Atatürk gibi bütün yaşamı savaşlarla geçmiş bir büyük önderin barışı savunması, her aşamada barıştan yana tavır alarak her türlü savaşa karşı çıkması Türk ulusu için yön gösterici olmakta ve bugünün cumhuriyet yöneticilerine de tarihten gelen dersler vermektedir. Bir büyük dünya savaşı sürecini bütün Osmanlı İmparatorluğu cephelerinde savaşarak yaşamış olan Mustafa Kemal, Kuzey Afrika’dan başlayarak Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da son olarak da Anadolu’da, Türkleri tarih sahnesinden silmeğe karar vermiş emperyalizmin ordularına karşı tüm gücü ile direnmiştir. Çökertilen İmparatorluğun merkezi topraklarında orta büyüklükte bir milli devleti kurarak bu coğrafyadaki otorite boşluğu alanını doldurmağa çalışmıştır. Birbiri ardı sıra sürüp giden savaşlar, Türklerin büyük imparatorluğunu tarih sahnesinden silerken, eski Osmanlı topraklarını savaş alanına dönüştürülmüş ve bir büyük hegemonya düzeninin ortadan kalkmasıyla beraber de buralarda yeni hegemonya arayışları, sürekli savaş durumunu gündemde tutmuştur. Yeryüzü haritasında yer alan bütün coğrafyalarda yerleşik düzen arayışları nasıl devletleşme olgularını gündeme getiriyorsa, Orta çağlarda kurulmuş olan Osmanlı hegemonya düzeni sonrasında da, benzeri arayışlar ortaya çıkmış ve iki yüzyıla yaklaşan bir zaman dilimi içinde birbirinden farklı yeni gelişmeleri gündeme getirmiştir.

Türk ulusunu, ulus devletler çağı içinde çağdaş bir ulus devlete kavuşturan kurucu önderin, kendi ülkesiyle beraber bütün dünyaya barış çağrısında bulunmasının asıl sebebi; kendisinin bir asker olarak dünya tarihini iyi bilmesi ve aynı zamanda da Türklerin üzerinde yaşadığı toprakların dünyanın merkezi bölgesi olarak her türlü çatışmaya açık bir çekişme ve savaş alanı olmasıdır. Yirminci yüzyıl boyunca Avrasya kıtasını bir Demirperde ile kaplayan Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra, ortaya çıkan alan boşluğuna Fransızlar “Karanlıklar ya da felaketler coğrafyası“ adını vererek bu doğrultuda haritalar hazırlamışlar ve soğuk savaş sonrasında bu yerlerin yeniden savaş coğrafyasına dönüşme ihtimalinin yüksek olduğunu açıklayarak dünya kamuoyuna uyarılarda bulunmuşlardır. Fransızların açıkça dile getirmiş olduğu bu yeni durumu, diğer büyük devletler yakından izleyerek değerlendirmişler ve değişen dünya düzeninde Sovyetler Birliği sonrası dönem için yeni stratejiler geliştirmişlerdir. Sosyalist bloğun dağılması üzerine gündeme gelen otorite boşluğu alanı, geleceğin müstakbel savaş coğrafyası olarak öne çıkmış ve küresel düzeyde dünyayı ele geçirmek isteyen batının emperyal devletleri bu alanları tümüyle ele geçirerek kendi üstünlüklerini ve hegemonya düzenlerini, bütün insanlığa kabul ettirmeğe çalışmışlardır.

Merkezi coğrafyanın tarih boyunca savaş alanı olmasının ana nedeni üç kıta ortasında yer alan bir jeopolitik konuma sahip bulunmasıdır. Asya-Avrupa-Afrika kıtalarının kesişme noktası olarak öne çıkan Orta Doğu ya da daha geniş anlamıyla Balkanları, Kafkasları, Orta Asya’yı da içine alacak düzeyde bir Avrasya bölgesi her zaman için dünya tarihinin ana kesişme noktası olmuştur. Ya bu coğrafyada büyük güçler ortaya çıkmış ve zamanla dünyaya egemen olmuştur ya da, merkezi coğrafya etrafında yer alan üç ana kıta üzerinde çeşitli büyük güçler tarih sahnesine çıkarak ana merkeze gelmişler ve dünyanın ortasını ele geçirebilmek üzere sürekli savaşmak zorunda kalmışlardır. Merkezi güçlerin çevreye yayılmağa çalışmaları ya da tamamen tersi bir doğrultuda çevredeki kıtalarda ortaya çıkan yeni devlet yapılanmalarının dünyanın ortasını da ele geçirerek küresel bir hegemonya peşinde koşmaları yüzünden, Avrasya bölgesi Fransız uzmanların açıkça dile getirdiği gibi bir karanlıklar ya da felaketler bölgesi olarak tarihteki yerini almıştır. Bu coğrafyadaki yıkılmalar ya da dağılmalar beraberinde yeni hegemonya çekişmelerini gündeme getirdiği için, tarihin her döneminde savaşlar ya da sıcak çatışmalar gerginlik süreçlerini öne çıkarmış ve bir türlü buralarda kalıcı bir barış düzeni oluşturulamamıştır. Büyüme yoluna giren, sınırları ötesinde hegemonya düzeni kurmak isteyen imparatorluklar ya merkezi coğrafyaya gelerek buraları ele geçirmek istemişler ya da doğrudan doğruya merkezi alana gelerek, dünyanın merkezi ana gücü olmayı hedeflemişlerdir. Tüm bu gibi planlar ya da girişimler beraberinde geçmişten gelen siyasal düzenlere yönelik yıkıcılık görünümü taşıdığından, eski düzeninin temsilcileri ile yeni hegemonya düzeni peşinde koşanları dünyanın ortalarında tarihin her döneminde bir çekişme ya da çatışmayı gündeme getirmiştir. Bu gibi durumların doğal sonucu olarak da savaşlar birbirini izlemiş ve bir türlü kalıcı coğrafyada barış düzeni istikrarlı bir kalıcılığa kavuşamamıştır.

İnsanın doğal yapısı gereği çekişmeci olması, insanlık tarihini çatışmalar tarihine doğru yönlendirmiştir. İnsanı tanımağa yönelen bilim adamları yaptıkları çalışmaların sonucunda, insanı insanın kurdu olarak ilan etmesiyle, insanlar arasındaki doğal çekişmelerin çatışmaya dönüşmesi ihtimalini her zaman için canlı tutmuştur. Değişken bir yaratılışa sahip olan insanoğlunun eline geçirdiği olanaklar ile hiçbir zaman yetinmediği, ele geçirdikleri ya da kazandıkları ile yetinmeyerek her zaman için daha fazlasına yöneldikleri bir anlamda doğa yasası olarak öne çıkmaktadır. Sürekli olarak daha fazlasını arayan ve sahip oldukları ile yetinmeyen insanoğlunun bu tutumu, insanlık tarihini bir çatışma sürecine doğru yönlendirirken, böylesine olumsuz gelişmelerin devletlerin tepe kadrolarında yaşanmasıyla da savaşlar her zaman için devrede olmuş ve on bin yılı geçen insanlık tarihinde hiçbir zaman kalıcı bir barış dönemi gerçekleştirilememiştir. Tarihin ilk uygarlıklarının ortaya çıktığı Asya kıtasındaki devlet oluşumları sürekli savaşları kıtasal alanlarda yaygınlaştırmış, Mezopotamya uygarlığının tarih sahnesine çıkmasıyla beraber de Asya kıtasındaki savaşlar süreci merkezi alana taşınmıştır. Bu aşamadan sonra, Mısır, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri sürekli savaşlar ile geçmiş ve bu altı büyük hegemonya dönemlerinde, merkezi alanda savaşlar birbirini izleyerek, insanlık tarihinin değişimine giden yolu açmıştır. Orta su ülkesi anlamına gelen Mezopotamya uygarlığının ortaya çıkmasıyla beraber, tarihte ki doğu dönemi bitmiş, merkezi dönem başlamış ve merkezden çıkan güçlerin sürekli olarak batıya yönelmeleriyle beraber de batı hegemonyası dönemi başlamıştır. Bugünkü batı emperyal düzeninin başlangıç noktası Orta Doğu olmuş, Mezopotamya uygarlığı ile beraber insanlık çağdaş uygarlığa giden yerleşik düzenini kurabilmiştir. Göçebelikten yerleşik düzene geçiş, uygarlık yolunu batıya doğru geliştirmiş, bu bölgeden çıkan siyasal güçler Yunan ve Roma dönemleriyle beraber Avrupa merkezli yapılanmayı gündeme getirmişlerdir. Orta çağ sonrasında ise, insanlık denizlere açılınca, merkezi coğrafya Osmanlı hegemonyasının bekçiliğine bırakılmıştır.

Orta çağ ile başlayan, yeni ve yakın çağlar ile devam eden zaman dilimi içerisinde, Osmanlı İmparatorluğu bir anlamda Devlet-i Aliye adı ile merkezi büyük devlet olarak üç kıtanın kesişme alanı olan Avrasya’da, düzen ve güvenliğin hem kurucusu hem de koruyucusu olmuştur. Bu yüzden Osmanlı orduları sürekli olarak savaşmak zorunda kalmışlar, Çin’den gelip Orta Doğu’dan geçen ve Avrupa üzerinden batı ülkelerine giden ipek yolu ile doğu ve batı bölgeleri arasındaki dünya ticaret yolları Osmanlı devletinin gücü ile koruma altına alınmış ve böylece merkezi alana egemen olan Osmanlılar Orta çağ sonrasındaki ekonomik ve siyasal gelişmelerin tam odağında yer almışlardır. Yedi yüzyıl boyunca merkezi coğrafyaya egemen olan Osmanlı devleti sürekli olarak büyük ordulara sahip olmuş ve bu doğrultuda kendisine bağlı bütün bölgelerden asker devşirerek, dünya güvenliğini merkezi coğrafyada kalıcı kılmağa çaba göstermiştir. İstanbul’u aldıktan sonra Roma’yı almağa yönelen, Budapeşte seferini tamamladıktan sonra Bağdat seferine çıkan, Balkanlar’dan geldikten sonra Kafkaslara yönelen, Kıbrıs’ı ele geçirdikten sonra Kırım’ hegemonyası altına almağa çalışan Osmanlı gücü sahip olduğu büyük örgütlenme ile bir cihan imparatorluğu konumuna gelmiş ve dünyanın merkezinin mutlak hakimi olarak yirminci yüzyıla kadar mücadele etmiştir. Macaristan’ı ele geçirdikten sonra Avusturya’yı kendine bağlamağa çalışan Osmanlı gücü Orta Doğu üzerinden doğu bölgelerine de hegemonyasını taşımağa yönelmiş ve bu yüzden Asya kıtasının çeşitli yerlerinde de savaşlar yapmak zorunda kalmıştır. Doğu batı ekseninde bu kadar geniş bir merkezi coğrafyada güvenlik sağlamak bir anlamda Osmanlı’nın varlık nedeni olmuş ve bu yüzden sürekli olarak savaşlarla dolu geçin bir tarih sonrasında yirminci yüzyıla gelebilmiştir.

Osmanlılar merkezi bir devlet olarak hem merkezin bekçisi hem de merkezi çevreleyen geniş hinterland üzerinde de güvenlik sağlayıcı ana güç olmuş ve bu doğrultuda kendisine rakip olarak ortaya çıkan, Mısır, İran, Rusya, Avusturya, gibi ülkeler ile savaşmak zorunda kalmıştır. Osmanlı öncesinde bu coğrafyaya Hazar devletinin dağılması sonrasında Türkleri getirerek yerleştiren Selçuklu döneminde çok ciddi çekişmeler yaşanmış ve bu doğrultuda din savaşları gündeme gelmiştir. Bizans imparatorluğunun çöküşünden sonra kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu merkezi coğrafyada Türkleri yerleştirerek İslam’ın yayılmasında etkili olunca, bunun üzerine Avrupa devletleri birleşerek kutsal topraklar olarak bilinen Orta Doğu bölgesine yönelik haçlı seferlerini başlatmışlardır. Selçuklular on bir haçlı seferinin geri püskürtülmesinde başarılı olmuşlar, Bizans’ın yıkılmasından sonra merkezi coğrafyada İslam’ın yayılmasını sağlayarak Hıristiyan batılı güçlerin merkezi alanı ele geçirmelerine izin vermemişlerdir. Orta ve Kuzey Asya bölgelerinden gelen Türk kavimlerinin merkeze yerleşmeleri üzerine Selçuklu devleti imparatorluk düzenine kavuşmuş ama kuruluşundan yüzeli yıl sonra taht kavgaları yüzünden zayıflamış ve Moğol istilası ile de tarih sahnesinden çekilmiştir. Anadolu Selçuklu devletinin içinden çıkan Osmanlı beyliğinin hızla büyümesi üzerine merkezi alandaki otorite boşluğu doldurulabilmiş ve bu aşamadan sonra gene sürekli bir savaş dönemine girilmiştir. Osmanlı devleti daha bütünüyle Anadolu’ya egemen olamadan Balkanlar’a geçmek zorunda kalmış, Orta çağ koşullarına teslim olmuş olan Avrupa kıtasının doğu bölgelerinde yayılarak buraların devletsizlik ortamına son vermiştir. Balkanlar’da sürekli seferler ve savaşlar ile büyüyen Osmanlı, buradan gelen güç ile Kıpçak Türklerinin, Selçukluların ve Arapların ele geçiremediği İstanbul’u fethederek merkezi alanının mutlak hakimi olmuşlardır. Balkan savaşlarında üstünlük elde eden Osmanlılar daha sonraki aşamalarda Anadolu, Kafkaslar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerine yayılarak, bütün bu bölgeleri kendilerinin merkezinde yer aldıkları bir Devlet-i Aliye düzenine bağlayabilmişlerdir. Mısır, Roma, Bizans, Selçuklu dönemlerinin savaşlar ile dolu geçmesi gibi, Osmanlı dönemi de bir anlamda sürekli savaşların yaşandığı bir çekişme ya da çatışmalar çağı olarak geçmiştir.

Makedonya kralı Büyük İskender’in, Balkanlar’dan yola çıkarak Hindistan’a kadar at sırtında gitmesi, bir büyük gerçeği ortaya koymuştur. Merkezi coğrafyanın batısında ortaya çıkan siyasal ve askeri güç, tüm orta alana egemen olmayı hedeflediği bir aşamada, kendisini güvence altına alabilmek için Hindistan’a kadar giden coğrafyayı bütünüyle hegemonyası altına almak zorundadır. Eğer böylesine büyük bir alanda, merkezi coğrafyanın doğusu ile batısı bir araya getirilemezse o zaman, Asya ve Avrupa kıtalarından gelen saldırılar tehlikeli olabilmektedir. Haçlı seferleri Selçuklu hegemonyasını yıkabilirken, Cengiz han ya da Timur han gibi Asya imparatorları da merkeze gelerek, buraları kendi sınırları içerisine katmağa çaba sarf etmektedirler. Moğol imparatorlukları her zaman için bir Asya tehlikesi olarak merkezi alanı tehdit ederken, Büyük İskender ile başlayan ve daha sonraki dönemlerde Haçlı seferleri ile devam eden batıdan gelen tehditler de, dünyanın ortasında kurulmuş olan büyük devlet yapılarını her zaman için tehdit etmiştir. Osmanlılar Balkanlara egemen olunca haçlı seferlerinin önü kesilmiş ama sömürgeci batı Avrupa devletleri, Fransız devrimi sonrasında Akdeniz’den merkeze doğru gelmeğe başlayınca, yeniden Müslüman ve Hıristiyan savaşları Orta Doğu coğrafyasını kaplamıştır. Dünyayı beş yüz yıl boyunca okyanuslar üzerinden yöneten batı Avrupa devletleri, daha sonraki aşamada merkezi alanı da ele geçirmeğe yönelince, Osmanlı devletini yıkıma götüren yeni savaşlar süreci başlamış ve bu durum birinci dünya savaşına kadar devam ettirilerek, çeşitli cepheler üzerinden Osmanlı hegemonyası na son verilmiştir. Osmanlı bir anlamda bir güvenlik devleti olarak sürekli olarak savaşmak zorunda kalmış, kendi hegemonyası altına aldığı bölgeleri sürekli korumak zorunda kaldığı için, güçlü bir devlet düzeni ile bu bölgelere sahip çıkılmıştır. O dönemin koşullarında güç, orduya bağlı olduğu için, Osmanlılar dünyanın en büyük ordularından birisini sürekli olarak beslemek ve bu güç ile de, merkezi alana yönelik bütün saldırı tehditlerine karşı koymak durumunda idi.

Batı Avrupa’nın sömürgeci emperyal devletleri, sömürgelerinden getirdikleri zenginlikleri Avrupa’da örgütlemeğe başlayınca, Avrupa kıtası ortaçağdan çıkarak yeni ve yakın çağlara yönelmiş ve bu değişimin sonucunda da denizlerin fethi dönemi tamamlanarak, merkezi alana yönelen bir küresel hegemonya arayışı öne çıkmıştır. Avrasya gücü olarak büyüyüp güçlenen Rus İmparatorluğu güneye doğru inmeğe yöneldiğinde, Kırım ve Kafkas savaşları birbiri ardı sıra gündeme gelmiş, bu savaşların galibi olarak Rus Çarlığı Doğu Anadolu üzerinden Orta Doğu bölgelerine yöneldiği aşamada Büyük Britanya İmparatorluğu Fransa’yı da yanına alarak Doğu Akdeniz’e gelmiş, Kıbrıs’ı işgal ederek Filistin üzerinden bütün Arap yarımadasına doğru bir askeri işgal hareketini gündeme getirmiştir. Osmanlı devletinin Kuzey Afrika bölgelerinin karşı kıyılardaki Avrupa ülkeleri tarafından işgal edilmesiyle beraber, İngiliz ve Fransız orduları Orta Doğunun çeşitli bölgelerine girerek, buralarda Rusya gibi bir doğulu güce karşı batı hegemonyasını öne çıkarmışlardır. Böylece Osmanlı sonrası dönemde bir büyük Rus imparatorluğunun merkezi alanlara egemen olabilmesinin önü kesilmiş, geleceğin yenidünya düzeni doğrultusunda batılı bir yapılanma dönemi eski Osmanlı toprakları üzerinde başlatılmıştır. Böylesine bir olumsuz çatışma süreci içinde Osmanlı hem Kırım ve Kafkaslarda Ruslara karşı, hem de Orta Doğu ülkelerinde İngiliz ve Fransızlara karşı sürekli olarak savaşmak durumunda kalmış, zamanla birçok cephede aynı zamanda savaştığı için zayıf düşmüş, merkezi gücü azalınca, sınır ülkelerini elinde tutamamıştır. Merkezi güç zayıflayınca Osmanlı ülkelerinde de birbiri ardı sıra isyanlar ortaya çıkmış, bunların bir kısmı küçük yerel devletçikler kurarak, Osmanlı yönetiminden uzaklaşabilmenin yolunu aramışlardır. Bu yüzden Osmanlı devleti bir yandan bütün sınır cephelerinde yabancı güçlere karşı savaşırken aynı zamanda iç isyanları da bastırmak üzere sınır içi bölgelerde de sürekli sıcak çatışmalar ile boğuşarak, bunları ortadan kaldırmak istemiştir. Ne var ki, Osmanlının gücü hem içeride hem de dışarıda sürekli savaşlara yetmeyince, yıkılma ve dağılma kaçınılmaz olmuştur. Böylece savaşlar yolu ile kurulmuş olan Osmanlı hegemonyası gene savaşlar yolu ile zayıflayarak, ortadan kalkmak zorunda kalmıştır.

Dünyanın ortasında bir savaş alanı olan merkezi coğrafyanın sürekli savaşlarla dolu olan tarihi Roma, Bizans, Selçuklu imparatorluklarını geride bıraktığı gibi Osmanlı düzenini de ortadan kaldırarak, yeni bir döneme geçişin önünü açmıştır. Bir anlamda merkezi büyük devlet olarak kurulmuş olan Devlet-i Aliye isimli Osmanlı Devleti ortadan kalkarken, Osmanlı sonrası için bu coğrafyanın geleceğine yönelik çeşitli planlar ve projeler devreye sokulmuştur. Rusya, Britanya, Fransa, Almanya gibi dört büyük emperyalist güç, Osmanlı devletinin topraklarında kendi çıkarları doğrultusunda bir yeni hegemonya arayışı içine girerlerken birkaç bin yıl önceden gelen dinler çekişmesi de yeni bir aşamaya gelmiştir. Avrupa merkezli Orta Doğu arayışları yeni Bizans projelerini öne çıkarırken, Hıristiyanlardan önce bu toprakların sahibi olduğunu söyleyen Musevilerde tarihte kurmuş oldukları eski İsrail Devletini üçüncü kez kurarak kendileri için kutsal toprak ilan ettikleri merkezi bölgede yeni bir din devleti arayışı içine girmişlerdir. Siyonizm’i resmi bir ideoloji olarak ilan eden çeşitli sermaye lobileri aracılığı ile Orta Doğu’da yeni bir Yahudi devleti olgusu öne çıkarılırken, Birinci Dünya Savaşı koşullarından yararlanılarak ve bu büyük savaş sayesinde Osmanlı İmparatorluğu ortadan kaldırılmıştır. Büyük Britanya İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir İsrail devletinin kurulmasına izin vermeyince, Siyonist lobiler Amerika Birleşik Devletlerinde toplanarak, bu büyük devletin desteğini arkalarına alarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında üçüncü kez bir Yahudi devletini merkezi alanda kurabilmişlerdir. Böylece, İslam coğrafyasının tam ortasına bir başka din devleti kurularak, Orta Doğu’da yeniden din savaşları başlamış ve merkezi alan yeniden felaketler coğrafyasına dönüşmüştür. Küçük İsrail devleti ile yetinemeyen Siyonist lobiler, kendi güvenlikleri için daha geniş alanları kontrol altında tutabilecekleri bir Büyük İsrail projesini devreye soktukları aşamada; “karanlıklar coğrafyası” yeniden savaşlar alanına dönüşmüştür. Hıristiyan haçlı ordularının ele geçiremediği ve yerleşik bir devlet düzeni kuramadığı Filistin topraklarında, batının büyük Hıristiyan güçlerine arkasına alan Siyonist lobiler sürekli savaşlar üzerinden üçüncü İsrail’i kurmuşlardır. İsrail’in kurulmasıyla başlayan yeni dönemde Orta Doğu sürekli bir savaş alanına da yeniden döşmüş ve kutsal topraklar birbirini izleyen sıcak çatışmalara sahne olmuştur.

Dünyanın ortasında bir büyük güç olarak düzeni ve güvenliği sağlayan Osmanlı Devleti’nin çöküşü, otorite boşluğu yaratarak bölgeyi sürekli savaşlara ve dışarıdan gelen emperyal saldırı ve işgallere açık bir duruma getirdiği aşamada, Anadolu coğrafyasından yükselen bir bağımsızlık ateşi eski Osmanlı ahalisini bir araya getiriyor ve emperyalizme karşı verilen bir kurtuluş savaşı sayesinde tarih önünde yepyeni bir ulusal yapılanmanın devletleşmesi sağlanıyordu. Osmanlı devletinin çöküşü ile İsrail devletinin kuruluşu arasında dünya sahnesine çıkmış olan Türkiye Cumhuriyeti, yüzüncü yılına doğru yolunda ilerlerken, Osmanlı devletinden kalan otorite boşluğu alanını doldurmağa çalışmakta, sınır komşusu olan eski Osmanlı ve Selçuklu uzantısı devletler ile bir araya gelerek, yeni bir bölgesel barış dönemi arayışı içerisine girmiştir. Özellikle, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla meydana gelen yeni otorite boşluğu alanını doldurmağa çalışan Amerikan askeri gücü İsrail ile de işbirliği yaparak, merkezi coğrafyadaki Türk ve Müslüman üstünlüğüne son vermek, Rusya, Çin ve İran gibi doğulu güçlerin merkezi alanda üstünlük kurmalarını önleyebilmek doğrultusunda Hem Büyük Orta Doğu hem de Büyük İsrail federasyonları kurabilmenin arayışı içerisine girmişlerdir. Önce Kuveyt provokasyonu ile Körfez savaşı başlatılıyor ve daha sonraki aşamada bütün Irak işgal edilerek üçe bölünüyordu. Bundan sonraki aşamada, Libya, Mısır, Suriye, Arabistan, Suriye Türkiye ve İran gibi bölge ülkelerinde de tıpkı Irak’ta olduğu gibi parçalanma yolu ile müstakbel federasyonun eyaletleri olabilecek küçük devletçikler yaratılmak isteniyordu. Bu doğrultuda, bütün bölge ülkeleri ayaklandırılıyor, Arap baharı görünümünde, bölge halkları kendi devletlerine karşı isyana teşvik edilmiyordu. Tunus, Libya ve Mısır’da bu doğrultuda bazı sonuçlar elde edilince, bunun üzerine Suriye hedef tahtasına oturtularak Türkiye ve İran’ı da Suriye üzerinden sıcak çatışma ve savaş ortamına çekebilecek yeni kışkırtıcı senaryolar birbiri ardı sıra devreye sokuluyordu. Merkezi alanın batılı emperyal güçler ile Siyonistler arasında kurulmuş olan küresel emperyalizm düzenine zorlanması doğrultusunda bölgedeki bütün devletler hem iç hem de dış savaşlara doğru kışkırtılıyordu. Bölge halklarının alt kimlikleri hortlatılarak etnik ve dinsel cemaat farklılıkları öne çıkarılırken, küresel sermayenin güdümündeki medya kanalları üzerinden savaş çığırtkanlıkları kulakları sağırlaştırırcasına artırılıyordu. Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakının isteği olan yeni Orta Doğu düzeninin kurulabilmesi için bölgedeki bütün devletlerin ortadan kalkması ve her devletin içinden çıkacak yeni eyalet devletçiklerinin Kudüs’e bağlanmaları gerekiyordu. Yeni seçilen Mısır Cumhurbaşkanı yaptığı bir konuşmada artık bütün bölge ülkelerinin Kudüs’e bağlanması gerektiğini dile getirerek, işbirlikçi bir doğrultuda devlet başkanı olduğu Mısır devletinin bağımsızlığından ve Kahire’nin başkentliğinden hemen vazgeçebiliyordu.

Türkiye Cumhuriyeti felaketler coğrafyası olarak adlandırılan merkezi alanın tem merkezinde yer alan bir bağımsız ulus devlet olarak, savaşlar sonucunda kurulabilmiş ama daha sonraki aşamalarda da savaşlardan uzak durarak varlığını bugüne kadar sürdürebilmiştir. Atatürk, dünya tarihini ve jeopolitik bilimini çok iyi bilen bir devlet adamı olarak, Misakı Milli sınırları içerisinde bağımsız ulus devleti kurduktan sonra; “Yurtta sulh, cihanda sulh “ diyerek bütün dünyaya ve ülkesine sürekli barış hedefi göstermiştir. Savaşların içinden gelen bir asker olarak, savaşların ne derece büyük bir yıkım olduğunu iyi bilerek hareket etmiş ve Osmanlı Devletini yıkan savaşların Türkiye Cumhuriyetini de yıkmaması için, sürekli olarak barış çağrısında bulunmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir de, Ulusal Kurtuluş Savaşı yapmak zorunda kalan Türk ulusunun önderi olarak, savaşlar dönemini geride bırakmağa ve sürekli uzlaşmaya dönük barış ortamını kurumlaştırmağa çalışmış ve bu doğrultuda önemli girişimlerde bulunmuştur. Batının emperyal devletlerine mesafeli davranırken, bölge devletlerine ve sınır komşularına olabildiğince yakın davranmağa çalışmış, Alman ve İtalyan faşist rejimlerinin Orta Doğu’ya yönelmelerine karşı Balkan ülkeleri ile Balkan paktını, Sovyetler Birliğinin Orta Doğu’ya girmemesi için de sınır komşularıyla Sadabat Paktını oluşturmuştur. Bu tür bölgesel ittifakları, büyük emperyal güçlerin merkezi alana kayma ve bu bölgelerde saldırı savaşları başlatmaları ihtimaline karşı bir önlem olarak geliştirmiş ve böylece her türlü savaş tehdidine karşı bölge ülkeleri ve komşularıyla birlikte güvenlik yapılanması oluşturmağa çaba göstermiştir. Osmanlı imparatorluğu sonrasında orta boy bir devlet olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyetinin gücünün bütün merkezi coğrafyada güvenlik üretimi için yeterli olamayacağını gören Mustafa Kemal Atatürk, hem yurtta hem de bölgede dünyada barış olabilmesi için bölgesel yapılanmaların öncülüğünü yapmağa çalışmıştır. Onun geliştirmiş olduğu gerçekçi Kemalist politikalar sayesinde, ikinci dünya savaşı Avrupa kıtasında kalmış ama Orta Doğu’ya uzanamamıştır. Hitler ve Mussolini gibi iki çılgın lider ikilisi akla gelen her türlü saldırıyı yaparlarken bile, merkezi coğrafyanın barış düzenini Balkan ve Sadabat Paktlarının sağlamış olduğu destekler yüzünden bozamamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti ikinci dünya savaşı döneminde aynı zamanda emperyal güçlere karşı tarafsız kalarak ve komşularıyla dayanışma sağlayarak, büyük güçler arasındaki dengelerde aktif bir tarafsızlık siyaseti izleyerek bölgesel barışın güvencesi olabilmiştir. Avrupa’da cereyan eden iki büyük dünya savaşının merkezi alana kaymaması için Türkiye Cumhuriyeti her zaman dinamik bir dış politika ile önlemler alarak bunları kararlı bir biçimde uygulamış, böylece savaş tehditlerine karşı barışı koruyabilmiştir. Türkiye kuruluşuyla beraber merkezi barışın öncüsü ve uygulayıcısı olmağa çalışmıştır.

“Yurtta sulh, cihanda sulh “ çağrısıyla bütün dünyaya barış davetinde bulunan Atatürk aynı zamanda “Yaşamsal bir zorunluluk yoksa savaş bir cinayettir“ diyerek her zaman için savaşlara karşı olduğunu açıkça dile getirmiştir. İnsanlık suçu olan cinayete savaşların tanımında yer veren, Atatürk’ün savaşı açıkça cinayet olarak gördüğünü göstermektedir. Herkesin kendisini ve kazanılmış haklarını koruma doğrultusunda meşru müdafaa hakkı olduğunu, yaşamsal bir zorunluluk olarak tanımlayan Atatürk, bu gibi durumların dışında her türlü savaşı cinayet olarak niteleyerek insanlığı savaşlara karşı uyarmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılış günü yaptığı konuşmada, Osmanlı İmparatorluğundan farklı bir dış politika izleneceğini, daha önce ilan edilmiş olan Misak-ı Milli sınırlarına bağlı kalınacağını, sınır ötesi hiçbir maceraya girilmeyeceğini, Osmanlı döneminde gündeme getirilen Pan-islamizm ya da Pan-turanizm siyasetlerinden uzak kalınacağını, tamamen milli bir devlet odaklı barış siyaseti izleneceğini bütün dünya kamuoyuna resme açıklamıştır. Bu nedenle, kurucu iradeden gelen bir kalıcı barış siyasete Türk devletinin temellerinde yer almaktadır. Artık Osmanlı devleti gibi ipek yolu bekçiliği ya da doğu-batı ticaretinin koruyuculuğunu yapmak gibi bir bölgesel göreve, Türkiye Cumhuriyetinin talip olmadığı açıkça ortaya konulmuş ve böylece sınır ötesi maceralar ile savaşlara sürüklenme tehlikesinin önü kapatılmağa çalışılmıştır. Bölgesel ittifaklar ile merkezi coğrafyanın barış ortamı kalıcı bir yapılanmağa doğru yönlendirilirken, bölge dışı emperyal güçlere karşı komşuların dayanışma düzeni ile önlem alınmağa çalışılmıştır. Küresel hegemonya peşinde koşan bütün emperyalistlere karşı, merkezi coğrafyanın devletleri ile halkları bir araya gelerek ortak bir dayanışma düzeni çerçevesinde kendi varlıklarını güvence altına alabilecekler ve böylece dünyanın orta yerini felaketler ya da savaşlar coğrafyası olmaktan çıkartabileceklerdir. Atatürk böylesine, önemli bir barış görevinin öncüsü olarak “Yurtta barış, cihanda barış “ ilkesini bir siyasal miras olarak Türkiye Cumhuriyetine bırakmıştır.

Savaş coğrafyasının ortasında bir barış devleti olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetini hiçbir gücün, kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu siyasal modelinden farklı bir yapılanmaya hukuken taşıyamaması gerekmektedir. Bir devlet bölgesinde kalıcı barışın güvencesi olarak bir barış devleti kimliği ile kurulmuş ise, hukuken hiçbir emperyal gücün bu barış devletini kendi siyasal ya da ekonomik çıkarları uğruna savaş devletine dönüştürememesi gerekmektedir. Uluslar arası kamu hukuku açısından konu ele alındığında, barış amaçlı örgütlenmelerin savaş hedefine doğru yönlendirilemeyeceği gibi açık bir ilkenin bulunduğu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Misakı Milli sınırları içerisinde yaşamakta olan Türk ulusunun geleceği ve güvenliği ile bölge barışı için kurulduğundan, hiçbir siyasal gücün bu durumu değiştirmeğe hakkı yoktur. Türk devleti kuruluşundan gelen irade ve yapı ile hem kendi ülkesi, hem merkezi coğrafya hem de dünya düzeni için barış ve güvenlik merkezi olarak, hem barış hem de güvenlik üretmeğe devam edecektir. O zaman, yurtta barış ve dünyada barış, Türkiye Cumhuriyeti ile beraber bütün merkezi coğrafya ülkelerinin de ana ilkesi haline gelecek ve dış emperyal güçlerin kışkırtmaları yüzünden çeşitli savaş senaryolarına Türkiye ve komşuları hiçbir zaman alet olmayacaklardır. Kendi çıkarları uğruna savaş isteyen lobilerin bu gerçeği artık kabul etmelerinde dünya barışı açısından yarar vardır.

13 Haziran 2018 Çarşamba

Murat Çalık Karalama Defteri - "TURANCILIK AKIMININ HAKLILIĞI" - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

TURANCILIK AKIMININ HAKLILIĞI 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Turancılık denince, insanın aklına on dokuzuncu yüzyılın sonları ya da yirminci yüzyılın başları gelmekte ve Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, doğu imparatorluklarının çöküşe geçtiği bir aşamada merkezi coğrafyanın yönlendirilmesi çabaları öne çıkmaktadır.

On beşinci yüzyıl sonrasında batı Avrupa merkezli bir sömürgecilik bütün dünyaya yayılmış ve batı ülkeleri yeryüzünün bütün kıtalarını sömürmeye başladığı aşamada, dünyanın doğu bölgesinde üç ayrı imparatorluk bu duruma karşı denge sağlamaya çalışmıştır.

Beşinci yüzyılda kurulan Rus prensliği kuzey bölgelerinde bir büyük doğu imparatorluğu olarak harita üzerinde yayılırken, on üçüncü yüzyılda kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu merkezi coğrafyanın egemeni oluyordu. Daha sonraki aşamada ise Osmanlı Devleti, Asya ve Afrika topraklarında ticaret yolları üzerinden yayılırken, Osmanlının geri çekildiği Doğu Avrupa ve Balkan yarımadası üzerinde, üçüncü bir doğu devleti olarak Avusturya-Macaristan imparatorluğu kuruluyordu. Batılılar, doğuyu Viyana’dan ötesini doğu olarak tanımlarken, her üç imparatorluğu doğu devletleri olarak görüyorlardı.

Yirminci yüzyılın başlarına kadar devam edip gelen bu süreç içerisinde, üzerinde doğu imparatorluklarının yer aldığı dünyanın merkezi coğrafyası üzerinde hiç kimse geleceğe dönük bir arayış içerisine girmiyor, dünya tarihini belirleyen olaylar bir anlamda batının sömürgeci devletleri ile, doğu bölgesinin üç imparatorluğu arasındaki çekişmeler zincirinde belirleniyordu. Birinci Dünya Savaşına kadar devam edip gelen bu durum, bütün dünya savaşa doğru sürüklenirken savaş öncesi çekişmeler ile bozulmaya başladığı için, geleceğe dönük yeni arayışlar evrensel düzeyde siyasetin gündemine gelip oturuyordu.

Avrupa merkezli dünyanın beş yüz yıllık hegemonya tarihinde gündeme gelmeyen, merkezi coğrafya arayışları, Birinci Dünya Savaşına doğru giderken ortaya çıkıyordu. Asya ve Avrupa kıtalarının kuzey bölgelerini kapsayan büyük bir hegemonya alanına sahip olan Rus Çarlığı batılı ülkeler tarafından baskı altına alınamayınca, bu büyük gücü arkadan vurmak üzere Japon İmparatorluğu kışkırtılıyor ve ABD destekli Japon ordusu Asya’nın doğu kıyılarından kıtanın içerisine girerek, Rus Devletini arkadan vuruyordu.

Yirminci yüzyılın ilk yıllarında, batılı güçlerin yenemediği Rus Ordusunu bir doğulu güç olarak Japon imparatorluğu ABD’nin arkadan sağladığı destekler ile askeri yönden yeniyor ve böylece merkezi coğrafyanın kuzey bölgesinde yer alan büyük devlet yapılanması çöküyordu.

Ruslar Avrupa toprağı olan Kiev’de ilk devletlerini kurmalarına rağmen, kuzey bölgesinde Asya’ya doğru yayılmışlar, Hazar göçleri sonrasında bu alanda kurulmuş olan Altın Orda imparatorluğunun dağılması üzerine de, geride kalan hanlıkları ele geçirerek, tam anlamıyla bir Asya devleti haline gelmişlerdir. Hazar uzantısı Türk boylarının dağılması, bir kısmının Avrupa’ya, diğer kısmının da Kafkasya üzerinden Orta Doğu bölgelerine göç etmesi üzerine, Ruslar eski Türk toprakları üzerinde yayılma şansı elde ederek bunu kullanmışlardır.

Batılı devletler Rusya’yı Avrupa kıtasından uzak tutmak için çaba göstermişler, Ruslar Avrupa’ya saldırma noktasına gelince Osmanlıları kışkırtarak Rusların üzerine sürmüşlerdir. Roma İmparatorluğu sonrasında, bir büyük Slav gücü olarak Rus devleti öne çıkarken, dünyanın diğer güçleri bunu önlemek ve Rusların önünü kesmek üzere çeşitli komplo ve senaryolar ile öne çıkmaya ve Rusya’nın hegemonya alanını daraltmaya çaba göstermişlerdir. Avrupa’dan kovulan Rusya Asya topraklarında güçlenince, bu kez de ABD destekli bir Japon saldırısı Asya üzerinden desteklenerek, Rus Çarlığı yıkılmaya çalışılmıştır.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru zayıflayan Rus çarlığı, Yirminci yüzyılın ilk yıllarında doğudan gelen Japon saldırısına direnemeyince, Rus Çarlığı yıkılma noktasına gelmiş ve bu büyük ülke Sovyet Devrimine kadar sürecek olan uzunca bir karışıklık dönemine girmiştir.

Merkeze bağlı bulunan büyük toprakları eskisi gibi kontrol etme gücünü elinden kaçıran, Rus Çarlığı Japon Ordusuna da yenilince, Rus milletine dayanan egemenlik düzeni yıkılmış ve bu aşamadan sonra devrimlere yönelen girişimler, Rusya’yı kurtarmaya çalışmış ama bir türlü bu doğrultuda istenen başarılar elde edilemeyince, Rus milliyetçiliği geniş alanları kendi kontrolu altında tutabilmek üzere yeni arayışlar içerisine girmiştir. Dar kapsamlı bir milliyetçilik ile Rusya’nın eski imparatorluk topraklarını merkezi bir düzene bağlayamayacağı anlaşılınca, bunun üzerine Rus milletinin ana unsuru olarak öne çıktığı Slav topluluklarının birlikteliği savunulmaya başlanmıştır.

Yirminci yüzyıla girerken, Rus milliyetçiliğinin yerini Panslavizm’in alması ile yeni bir dönem başlamış ve, Moskova merkezli Rus hegemonyasının gene eskisi gibi imparatorluk toprakları üzerinde devam edebilmesi için, bütün Slav toplumlarını ortak bir çatı altında toplayacak bir Panslavizm akımı, Rus milliyetçiliğinin yeni yüzü olarak dünya kamuoyuna sunulmuştur. Rus milliyetçiliğinin duygusallığı, Slav topluluklarının yaşadığı geniş topraklar üzerinde daha gerçekçi bir politika olarak Panslavizmin ortaya çıkışı ile birlikte aşılmaya çalışılmıştır.

Doğu imparatorluklarının batılı emperyalistler karşısında güç kaybederek çöküşe geçmesi üzerine, bu büyük devletlerin harita üzerinde işgal etmiş olduğu geniş alanların geleceği tartışılmaya başlanmıştır. Avrupa merkezli dünyada batı bölgelerinde modern anlamda devlet yapılanmaları ortaya çıkmasına rağmen, doğu bölgelerinde batıda olduğu gibi çeşitli toplulukların devletleşme olgusu görülememiştir.

Nitekim bu yüzden, Birinci Dünya Savaşı sonrasında doğu bölgelerinin geleceği ile ilgili olarak Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir kongre toplanırken, bunun adına "Doğu Halkları Kurultayı" denilmiştir. Merkezi coğrafyanın ötesinde ciddi devlet yapılanmaları bulunmadığı için, bütün Asya kıtasının geleceği ile ilgili düzenlenen uluslararası kongre de, doğu bölgelerinde yaşayan halklar esas alınmış ve bunlar üzerinden doğu bölgelerinde yeni bir siyasal düzen oluşturulmaya çalışılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya yeni bir düzen verilirken, doğu bölgesinin imparatorlukları geride kalmış ve bu bölgede yaşayan halklar esas alınarak, eskisinden farklı bir gelecek oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda Panslavizm ile gelecek arayışının yeterli olamadığı bir aşamada, dünya güçleri Sovyet Devrimini destekleyerek, Panslavizm yerine Pansovyetizmi getirerek, Sovyet Devrimi sonrasında dünyanın merkezi alanı ile doğu bölgelerine yönelik bir ideolojik siyasal yapılanma yaymaya çalışmışlardır.

Panslavizm Slav kökenli bütün halkları Rus İmparatorluğu sonrasında daha geniş bir Rus milliyetçiliğinin çıkarları doğrultusunda bir araya getirmeye çalışırken, bu bölgenin geleceği ile ilgili olarak batı dünyasında bazı yeni arayışlar da gündeme gelmiştir.

Yıkılmakta olan Rus hegemonyasının sonrası için Ruslar Panslavizm ile yeni yapılanmayı devreye sokmak isterlerken, doğu imparatorluklarının üzerinde yer aldığı merkezi coğrafya alanında yeni Rus hegemonya planlarına karşı alternatif arayışlar da öne çıkmıştır.

Rus imparatorluğu yıkılırken, bu ülkenin sınırları içerisinde yer alan Türk ve Müslüman toplulukların, gelişmiş batılı ülkeler düzeyine gelebilmek üzere yeni arayışlar içine girdiği görülmüştür. Rusya’nın Müslüman toplumlarını bir çatı altında toplamak isteyen Panislamizm akımı ile gene bu doğrultuda bütün Türk topluluklarını bir büyük Türk imparatorluğu çatısı altında toplamak isteyen yeni bir tür Türkçülük Pantürkizm olarak öne çıkmıştır.

1905 yılındaki Japon yenilgisi üzerine Rusya karışmış ve 1917 Sovyet Devrimine kadar karışıklık dönemi devam ederken, Panslavizm girişimlerine karşı, hem Panislamizm hem de Pantürkizm akımları yeni alternatif arayışlar olarak tartışma gündemine getirilmiştir.

Dünyanın en büyük kıtasına egemen olabilme doğrultusunda en geniş devlet yapılanması arayışları pancılık akımlarını da öne çıkarmış, milliyetçiliğin yetersiz kaldığı aşamalarda ortak etnik kökenden gelen, ya da aynı sosyolojik ya da kültürel özellikleri taşıyan toplumlara daha büyük devletler olarak toparlayabilmenin çabaları siyasal gündemde belirleyici olmaya başlamıştır. Milliyetçilik akımlarının böldüğü, büyük imparatorluk alanlarında daha küçük milli devletlerin kurulmaya başlandığı bir aşamada pancılık akımları, birleştirici ve uzlaştırıcı girişimler olarak, daha geniş siyasal yapılanmaların öncüsü olmuştur.

Büyük doğu imparatorlukları çökerken, daralan sınırları eski genişliğinde tutabilmek üzere milliyetçiliğin yetersiz kaldığı bir aşamada ortak özellikler, etnik kökenler, din ve kültürel yapıların eskisi gibi daha geniş imparatorluk coğrafyasında birlikte var olabilmesi için, pancılık akımları alternatif olarak devreye sokulmuştur.

Rusların, Orta ve Ön Asya bölgelerinin birlikteliği için düşünmüş olduğu Panslavizme karşı, ikinci alternatif pancılık akımı, Rusya’nın bu doğrultudaki genişleme arayışlarına karşı Pangermenizm olarak ortaya atılmıştır. Roma İmparatorluğunun dağılmasından sonra bin yıldan fazla bir zaman dilimi içerisinde dağınık bir biçimde yaşayan Germen kavimleri sürekli olarak birbirleriyle çarpışmışlar ve bu yüzden bir araya gelerek İngiltere ve Fransa gibi ulusal birliklerini tamamlayamamışlardır. Batı Avrupa’nın millileşen ulus devletleri sömürge savaşlarına çıkarak yeryüzü karalarında rekabete geçerken, Germen kavimleri sürekli savaşarak birbirlerini kırıyordu. Aynı doğrultuda, İtalya’daki şehir devletleri de bir büyük çekişmeye Akdeniz hegemonyası doğrultusunda girdikleri için, İtalyan ve Alman ulusal birliklerinin tamamlanması gecikiyordu. Paris’te 1871 yılında bir komünist yönetim kurulmasına üzerine, Avrupa burjuvazisi çeşitli önlemler alıyor ve aynı yıl içinde Pangermenizim akımının sonucu olarak Alman siyasal birliği oluşturuluyordu. Böylece, Avrupa’nın doğusunda başlatılmış olan Panslavizm arayışlarına karşı en somut cevabı, Almanlar Pangermenizm akımı ile vererek, Alman milliyetçiliği doğrultusunda doğu Avrupa’da yer alan bütün Germen kavimlerinin ortak bir çatı altında tek bir devlet olarak bir araya gelmesi için girişimlerde bulunuyorlardı.

Alman devleti Pangermenizm ile kendi siyasal birliğini sağladıktan sonra, diğer Germen asıllı kavimleri de kendi yanına çekebilmenin arayışı içine giriyordu. İşte bu aşamada Birinci dünya savaşına giden yolda bir Panslavizm ve Pangermenizm çekişmesi, dünyanın siyasal gündeminin belirlenmesinde etkin bir unsur konumuna geliyordu.

Alman birliğini sağlayan Germenler, batı Avrupa kapılarının kapalı olması nedeniyle kıtanın doğusuna doğru yöneliyorlardı. Orta Avrupa’da kurulmuş olan büyük devlet olarak Almanya dünya siyaset sahnesine ağırlığını koyarken, bir milli politika olarak Ostpolitik denilen doğu siyasetini uygulama alanına getiriyordu.

Merkezi Avrupa’da kurulan Alman devleti, Pengermenizm akımı ile çevredeki bütün Germen devletçiklerini tek çatı altında topladıktan sonra, doğuya doğru açılımı ulusal bir dış politika olarak gündeme getiriyordu. Almanya bütün çabalarına rağmen Hollanda, Avusturya ve Danimarka gibi Germen asıllı batı devletlerini çatısı altında birleştiremiyordu. İngiltere, Fransa ve Amerika üçlüsü Atlantik güçleri olarak Merkezi Avrupa gücü olarak Almanya’nın Pengermenizm akımı yolundan iyice güçlenmesini istemiyorlardı. Almanya Pangermenizm akımı üzerinden ulusal birliğini sağladıktan sonra, Atlantik güçlerinin dünyanın merkezi coğrafyasında etkin bir konuma gelmesini önlemek üzere ikinci bir pancılık akımının öncüsü oluyor ve Müslüman toplulukların yaşadığı topraklar üzerinde Almanya merkezli bir Panislamizm akımını örgütlüyordu.

Alman devleti Pangermenizm ile Avrupa kıtası üzerinde güçlü yapısını oluşturduktan sonra, doğuya açılarak genişleme ve batılı emperyalistler ile rekabet etme aşamasında Panislamizmi ikinci bir siyasal akım olarak kendi öncülüğünde İslam coğrafyasına dönük bir biçimde devreye sokuyordu. Osmanlı ve İran imparatorluklarının sınırları içerisinde yaşayan Müslüman ahaliyi bir araya getirme doğrultusunda Alman ajanları, Alman imparatorunun sünnet olarak, İslam dinini kabul ettiği yalanını, Orta Doğu ve Avrasya coğrafyasında yaşamını sürdürmekte olan tüm Müslüman toplumları etkilemek üzere empoze etmeye çalışıyordu.

Alman emperyalizmi, Panislamizm akımını Doğu Avrupa’dan başlayarak doğuya doğru örgütlemeyi ve İslam toplumları üzerinden bütün Orta Doğu ve Orta Asyayı, bu siyasal akımı kullanarak kendisine bağlamak ve böylece Osmanlı İmparatorluğu ile İran Şahlığını haritadan silmeyi hedefliyordu.

Müslüman olduğu söylenen bir Alman imparatorunun etrafında Panislamizm kullanılarak tüm İslam toplumları bir araya getirilmeye çalışılıyordu. Bir anlamda Alman devletinin dünya hegemonyası, Avrasya kıtasının ele geçirilmesine ve bu doğrultuda İslam dininin aracı olarak kullanılmasına dayanıyordu. Böylece, doğu imparatorlukları çökerken, batılı emperyal güçlerin tam merkezi alana girişi aşamasında, ikinci bir pancılık akımı Panislamizm olarak devreye giriyordu.

Germen asıllı kavimlerin hemen hepsinin Avrupa kıtasında yerleşik olması nedeniyle Pangermenizmin Orta Doğu ya da Orta Asya’da geçerlilik kazanması mümkün değildi. Bu yüzden Alman hegemonya düzenini doğuya açılarak bütün Asya kıtası üzerinde geçerli kılabilmenin yolu olarak, Panislamizm, Pangermenizmin tamamlayıcısı olarak Müslüman olduğu söylenen Alman İmparatoru öncülüğünde kullanılmaya çalışılıyordu. Böylesine büyük bir yalana sığınarak Alman ajanları Avrasya coğrafyası üzerinde Ruslara karşı mücadele ederken, Panislamizm sayesinde bütün Müslüman toplumları arkalarına almaya çalışıyorlardı. Böylece, Pangermenizm akımı ile dünya sahnesine çıkmış olan Alman ulus devleti, Panislamizmi kullanarak Müslüman coğrafyası üzerinden merkezi alan imparatorluğu oluşturmaya çaba gösteriyordu.

Almanlar iki pancılık akımı sayesinde hem varlıklarını ortaya koyuyorlar, hem de genişleyerek emperyalizm mücadelesindeki yerlerini almaya çalışıyorlardı. Doğu İmparatorluklarının sınırları içerisinde yer alan geniş toprakların hegemonyasında, Panslavizm ile beraber Panislamizm ve Pangermenizim yarışı, tarihsel konjonktürün gündeme getirdiği bir doğrultuda uygulama alanına geliyordu.

Doğu Avrupa’nın Germen ve Slav topluluklarını kendi hegemonyası altına alma doğrultusunda Rus ve Alman devletleri birbirleriyle yarışırken, bu coğrafya da geçmişten gelen bir yaşam süreci içinde yaşayan Türk ve Müslüman asıllı topluluklar, ister istemez Alman ve Rus emperyalizmleri arasında sıkışıp kalıyorlardı.

Bu aşamada bir Orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Alman İmparatorluğu ile Avrasya bölgesi arasında kalıyor ve Ruslar ile Almanlar arasında başlatılmış olan Doğu hegemonyası kavgasında giderek doğu Avrupa koridoruna sıkışıp kalıyordu. Bir orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Hazar bölgesinden gelen göçler sonrasında onuncu yüzyılda Tuna nehri kıyılarında, büyük bir imparatorluk yapısında dünya tarihi içindeki yerini alıyordu. Adriyatik denizi ile Baltık denizi arasında yayılan bir doğu Avrupa krallığını onuncu yüzyılda kurmuş olan Macarlar, daha sonraki gelişmeler çerçevesinde bu hegemonyalarını koruyamamışlardır. Avrupa’daki toplumsal olaylar ve sürekli savaşlar yüzünden Tuna kıyısındaki krallıklarını Macarlar uzun süreli olarak koruyamamışlardır. Macar krallığı zayıflayarak geri çekilme noktasına gelince, Osmanlı İmparatorluğu bu devleti işgal ederek iki yüzyıla yakın bir süre sınırları içerisinde yönetmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun geri çekilme aşamasına geldiği noktada da Balkanlar’daki otorite boşluğunu Avusturya İmparatorluğu doldurmaya başladığı aşamada ise, Macarların resmi katılımı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kurulmuştur.

Osmanlı ve Rus imparatorluklarından sonra üçüncü bir doğu imparatorluğu olarak ortaya çıkan bu ortak devlet, yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde zayıflamış ve giderek Almanya –Rusya rekabetinin çekişme alanı konumuna düşürülmüştür. Avusturyalıların Germen asıllı olmaları nedeniyle, Pengermenizm çatısı altında yer almaya doğru bir hazırlık Avusturyalılar içinde gelişmeye başlayınca, İmparatorluğun diğer yarısını temsil eden Macar devleti ve Macar toplumu da kendilerine yeni bir gelecek arama noktasına gelmişlerdir.

Hazar İmparatorluğunun son dönemlerinde ilk Macar Devletini sekizinci asırda Hazar gölünün kuzeyinde kurmuş olan Macarlar, daha sonraki aşamada göçler yolu ile orta Avrupa’ya gelerek önce bir krallık sonra da imparatorluk kurmuşlar ama daha sonraki aşamalarda Avrupa’nın ortasına sıkışıp kalarak, diğer büyük devlet oluşumlarının baskısı altında kalmışlardır. Almanlar ile Ruslar arasına sıkışıp kalan Macarlar, kendilerine eskiden olduğu gibi imparatorluk dönemindeki gibi geniş alanlarda özgürlük ve hegemonya aramaya çalışmışlar ama Alman, Rus ve Osmanlı hegemonyalarının baskısı altında kalarak bir türlü, Ruslar ve Almanlar gibi büyük bir siyasal gücü, yeni bir devletleşme oluşumu ile sağlayamamışlardır. Almanlar Pangermenizm ile doğuya doğru açılırken, Macaristan’ı ezerek geçmeyi düşünmüşler, Ruslar ise kendi hegemonyalarını Avrupa ortalarına taşımak istedikleri aşamada Tuna Nehri kıyılarına gelerek Macarların ülkesini işgal etmişlerdir.

Avrupa içi çekişmelerde, Orta ve Doğu Avrupa güçleri arasında sıkışıp kalan Macarlar, bu sıkışıklıktan kurtulabilmek, Panslavizm ya da Pangermenizmin çizmeleri altında ezilmemek üzere, kendileri için yeni bir çıkış yolu aramaya başlamışlardır. Avrupa kıtasına gelince Vatikan’ın etkisiyle Hıristiyan olan Macarlar bu yüzden Türk ve İslam dünyasından uzaklaşmışlar ve Hristiyan Avrupa kıtası içinde eriyip gidince kendi geçmişlerini unutmuşlardır. Avrupa kıtasının ortasında beş yüz yıllık bir krallık kurabilecek kadar ileri giden Macarların, Hıristiyan dinini benimsedikten sonra iyice bu kıta ile bütünleşerek, geçmişlerini ve eski geleneksel yapılarını unutma aşamasına geldikleri görülmüştür.

Birinci Dünya Savaşı sürecinde Pangermenizm ile Panslavizm, Doğu Avrupa bölgesini ele geçirme yarışına kalkışırken, arada kalıp ezilmemek ve büyük bir savaş içinde fazla insan kaybetmemek üzere Macar aydınları arasında bir arayış başlamıştır. Bu gibi girişimlerin sonucunda Macarlar tekrar eski köklerine döndükleri noktada, Asya kıtasından gelip bu topraklara yerleşme gerçeği ile karşı karşıya kalmışlardır.

Bin iki yüz yıldır Avrupa kıtasının ortalarında yaşayan ve bu bölgede bağımsız devletler ile imparatorluk kuran Macarlar, giderek genişleyen Pangermenizm ile Panslavizm arasında sıkışıp kalınca, bu iki büyük hareket karşısında eriyip yok olmamak üzere; Macar aydınları arasında kendi kökenlerini öne çıkararak ayrı bir akım biçiminde geliştiren yeni bir pancılık akımı örgütlenme aşamasına gelinmiştir. İşte bu akım Panturanizm olarak siyaset sahnesinde öne çıkarken, Macarların tarih sahnesine çıktığı coğrafya esas alınmıştır. Bir orta Avrupa ülkesi olmasına rağmen kendilerini kurtarma doğrultusunda bir Panavrupacılık akımını kurtuluş çaresi olarak görmeyen Macar aydınları, silkelenip kendilerine döndükleri noktada bir Asya toplumu olduklarını kimliklerini ve ulusal yapılarını koruma noktasına hatırlayarak, Panturanizm akımıyla ortaya çıkmışlardır.

Panturanizm, dünyanın merkezi bölgesi olan Avrasya kıtasında Pangermenizm ile Panslavizme dayanan Alman ve Rus emperyalizmlerine teslim olmamak üzere örgütlenmiş bir akımdır. Tarihsel olarak Macarların geçmişi incelendiğinde, bugün Rusya Federasyonu sınırları içerisinde ayrı bir devlet olarak yer alan Başkürdistan ülkesinden geldikleri anlaşılmaktadır. Hazar Denizi’nin kuzey bölgesinde yer alan Başkürdistan ilk Macar Devleti’nin kurulduğu bölge olmuş ve daha sonra göçler yolu ile Avrupa katısına gidilince, ikinci Macar Devleti Tuna Nehri kıyılarında kurulmuştur. Yirminci yüz yılda, dünya savaşları ile yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılırken, bütün halklar ve toplumlar kendi kimliklerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmışlar, tarih sahnesinde eriyip gitmemek için kendilerine özgü bir çıkış yolu olarak Başkurtistan’ın tam ortalarında yer aldığı Turan coğrafyası hareket noktası olarak benimsenerek, Pangermenizme, Panslavizme ve Panislamizme karşı ayrı bir çizgide Panturanizm, Macar aydınlarının öncülüğünde dünya sahnesinde yerini almıştır.

Panturanizmin siyasal bir akım olarak tarih sahnesine çıkışı, emperyal bir hegemonya arayan Macar emperyalizminin girişimleriyle değil aksine, Panslavizm ya da Pangermenizm gibi iki emperyalist akımın çekişme ve çatışma alanı ortasında kalarak yok olmamak üzere, Macar aydınlarının gündeme getirmiş olduğu bir ulusal var olma ve kendini savunma refleksidir. İmparatorlukların çöktüğü bir aşamada, belirli bir bölgede topluca yaşayan insan gruplarını bir araya getirmek, ya da kendi devletlerinin eski imparatorluk alanlarındaki siyasal gücünü koruyarak yola devam etme çabasında olan emperyal politikalar kendi pancılıklarını bölge halklarına dayatınca, Slav ya da Germen asıllı olmayan Macarların tarihsel köken arayışları gündeme gelmiştir. Macarlar Hıristiyan kimlikleri yüzünden uzaklaştıkları Türk dünyasına geri dönünce kendi gerçek kimliklerini görmüşler ve bütün Ural-Altay halkları gibi Turan bölgesinin Türk asıllı kavimlerinden olduklarını anlamışlardır.

Hazar imparatorluğu gibi bir büyük Türk devletinin uzantısı olarak göçler yolu ile Avrupa kıtasının ortalarına gelerek bin yılı aşkın bir süredir bu bölgede yaşamlarını sürdüren Macarlar, Alman ve Rus emperyalizmlerinin ayağının altında kalmamak üzere, yüzlerini doğuya dönerek kendileri için bir çıkış yolu aramaya yönelmişlerdir. Bu nedenle, tarih sahnesine çıkmış oldukları bölgenin adını öne çıkararak, Ural-Altay bölgesinden ortaya çıkmış olan halklara Turani kavimler demişler ve kendilerini de Turan toplumları içerisinde sayarak, Panturanizmi kendi kökenleri ile tarihsel geçmişlerine en uygun yol olarak görmüşlerdir. Bir orta Avrupa milleti olarak Macarlar köklerine döndükleri aşamada, tıpkı Almanlar gibi bir doğu politikasını öne çıkarmaya çalışmışlardır. Almanların Ostpolitik adını verdikleri milli doğu politikasına paralel bir çizgide Macarları da doğu politikalarına Turanizm adını vererek, Panturanizmin öncülüğünü yapmaya çalışmışlardır.

Turancılık, Slavcılık, Germencilik ve İslamcılık akımlarına karşı bir ulusal savunma ya da alternatif arayışı olarak gündeme geldiği aşamada, Macaristan’da Turan Cemiyeti kurulmuş, ayrıca bu doğrultuda başka örgütlenmelere gidilerek Macarlar ile beraber Avrupa kıtasının Türk asıllı toplulukları ile yakın ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır.

Tarihteki adı Fin-Ogur göçleri olan toplumsal hareketlilik süreci içerisinde, Hazar bölgesinden Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yayılmış olan Türk asıllı toplumlar olan Bulgarlar, Finliler, Estonlar, ve Çekler ile yakın ilişkiler kurularak, Germen ve Slav asıllı kavimlere karşı bir Turan birlikteliği Panturanizm çizgisinde sağlanmaya çalışılmıştır. Macaristan bu aşamada, Avrasya’daki Rusya ve Almanya hegemonya arayışının alternatif merkezi haline gelince, Macar aydınları ülkelerinden kalkarak Orta Doğu ve Orta Asya yollarına düşmüşler ve kendilerinin de içinden çıkmış oldukları Turan coğrafyasının yeni dönemdeki durumunu tespit etmeye çalışmışlardır.

Macarlar kendi gelecekleri açısından çok korktukları bir Almanya ve Rusya savaşı sırasında savaş alanının ortasında kalarak yok olmak istemedikleri için, kendilerinin Turan adını verdikleri bölgedeki Türk ve Müslüman asıllı halkların durumlarını da belirlemeye çalışmışlardır. Önceliği kendi anavatanları olan Başkürdistan’a veren Macar aydınları, bu bölgenin iç Asya tarafında kalması ve bu yüzden geri dönme ve yeni bir göç mekânı olması açısından yetersiz kaldığını belirleyince, ön Asya coğrafyasının en cazip bölgesi olan Anadolu yarımadası ile de yakından ilgilenmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğunun da bir Türk devleti olması yüzünden, bu bölgeye kendilerini daha yakın hisseden Macarlar, bir büyük savaş sırasında Turan bölgesine geri dönüş istikametinde Doğu Anadolu bölgesini kendileri açısından yerleşmek için uygun bir bölge olarak görmüşlerdir. Bu doğrultuda üç yüz den fazla Macar aydını, Osmanlı ülkesine gelerek, Anadolu yarım adasını karış karış gezmişler ve bu ülkeyi, bir büyük savaş sırasında yeni yerleşme alanı olarak belirlemişlerdir. Asya kökenli bir halk olarak kendi geleceklerini Avrupa ‘da değil, tarih sahnesine çıktıkları topraklarda aramaya başlayan Macar aydınları sahip oldukları tarih bilinci ile dünyanın yeniden biçimlenmesi aşamasında hem kendi açılarından hem de dünya dengeleri yüzünden etkin olmaya çaba göstermişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya ile birlikte hareket eden Macarlar, doğuya doğru yöneldikleri aşamada Panturanizmi daha da geliştirmişler ve Bulgarlar ve Osmanlılar gibi iki önemli devlet ile, batı Avrupalı Atlantik güçlerine karşı ortak bir savaş içerisinde yer almışlardır.

Atlantik emperyalizmi İngiltere ve Fransa üzerinden dünyanın merkezine dönerek, Avrasya kıtasını ele geçirmeye yöneldiği bir aşamada, dünyanın doğusunda yer alan Turan bölgesinin halkları bir araya gelerek kendi anavatanlarında daha güçlü bir çıkışın arayışı içinde olmuşlardır.

Macar aydınlarının orta Avrupa bölgesinde başlattıkları Turan kökenli kavimlerin gelecek arayışı, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu üzerinden Kafkasya ve Hazar bölgesine kadar ulaşmış ve bu doğrultuda Panturanizm akımı Panslavizm, Pangermenizm ve Panislamizm akımlarına karşı Türk asıllı toplulukların geleceği açısından devreye girmiştir. Dünyü savaşları ile dünya düzeni yeniden kurulmak istenirken, Slav ve Germen asıllı toplumlara karşı Turan asıllı kavimler bir araya gelerek birleşmek zorunda kalmışlardır Ural-Altay, ya da Turan denilen bölge kökenli olarak dünya sahnesine çıkmış olan bütün Türk asıllı kavimlerin ortak bir gelecek arayışı olarak Panturanizm, en batılı ve gelişmiş Turan toplumu olan Macaristan’da dünya sahnesine çıkmış olması bir rastlantı değil, aksine tarihsel sürecin ortaya çıkardığı bir siyasal birikimin sonucudur. Macarlar, Turan bölgesini yeniden keşfederlerken tarih sahnesindeki Türk varlığını sorgulayarak, geleceğin dünyası için Panturanizmi bir çıkış yolu olarak görüyorlardı. Turanizm, Macar milleti üzerinden bütün Turan kavimlerinin ve Türk dünyasının yeniden ayağa kalkışının bir anlamda yeni simgesi olarak öne çıkıyordu.

Turancılık Macaristan’da ortaya çıktıktan sonra bütün Türk dünyasında hızla yayılırken Osmanlı İmparatorluğu içinde de tartışılmaya başlanmış ve Türk asıllı Osmanlı toplulukları içinde çok hızlı bir biçimde etki sağlayarak, imparatorluk sonrası dönemde, bir Türk devletinin kurulmasına giden yolda önemli bir ölçüde katkı sağlamıştır. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçerken, Turancılığın getirdiği uyanış ile Türkçülük akımı devreye girmiş ve bu akımın hızla örgütlenmesi sayesinde, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye cumhuriyeti çağdaş bir devlet olarak kurulmuştur.

Ön Asya ve Orta Asya bölgelerini içine alan, Hazar ve Kafkasya merkezli alana, Turancılık akımı sonrasında Turan bölgesi adı verilmiştir. Güneyinde İran’ın yer aldığı , Turan coğrafyası, Hazar denizinin iki yakasında bir araya gelerek Çin seddine kadar uzanan bütün Türk toplumlarını içine alacak bir düzeyde gelişmeler göstermiştir.

Orta Asya, Kafkasya, Hazar, Ön Asya ve Balkanlar gibi bölgelerde yaşamlarını sürdüren Türk asıllı topluluklar, daha sonraki aşamada Avrupa’daki Turani kavimler ile bir araya gelebilmenin yollarını Panturanizm akımı sayesinde bulabilmişlerdir.

Bu yönü ile Turancılık, Slav, Germen, Latin ve Anglosakson halklarına karşı, Turan bölgesinden tarih sahnesine çıkan Türk asıllı toplulukların var olma ideolojisidir.

Bu yönü ile de, ciddi bir haklılık temeline sahip bulunmaktadır. Dünya haritasında yer alan bütün uluslar ve halklar gibi, Turan halklarının da var olma ve yaşamlarını sürdürme hakları bulunmaktadır.

Batılı ya da Avrupalı uluslar kendi çıkarları doğrultusunda bir dünya hegemonyası oluşturabilmek için dünya savaşlarını gündeme getirirken, tüm diğer halklar gibi Turan kavimleri ve toplumları da kendi varlıklarını koruyabilmenin ve güvence altına alabilmenin yollarını arayacaklardır. Macar aydınlarının bu alanda öncülük yaparak öne çıkmalarıyla, Germen ve Slav asıllı toplulukların yeni emperyal düzenler oluşturarak, Turan asıllı kavimleri yok etme projeleri önlenebilmiştir. Bu gerçek de, Turancılığın emperyalist amaçlı saldırgan bir ideoloji değil, Rus, Alman, Latin ya da Anglosakson kökenli toplumların saldırganlığına karşı tamamen savunmacı bir çizgide haklılık gösteren bir yaklaşım olduğunu açıkça göstermektedir.

Turancılık akımı, Türk asıllı Turan kavimlerinin varlığını korumak ve diğer saldırgan ırkçı ideolojilere karşı, Türk ve Turan dünyasının haklı ve meşru var olma mücadelesiyle dünya barışını meşru zeminde oluşturabilmenin arayışıdır. Hiçbir biçimde saldırgan bir ırkçılık olmayan Turancılık, bu yönü ile ele alındığında bütünüyle haklılık kazanmaktadır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

1 Haziran 2018 Cuma

ATATÜRK’ÜN PARTİSİNE AÇIK MEKTUP Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN (Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Şubat 2007, sayı:101)


ATATÜRK’ÜN PARTİSİNE AÇIK MEKTUP

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

(Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Şubat 2007, sayı:101)


Türkiye Cumhuriyetinde altmıştan fazla siyasal parti günümüzde çalışmalar yürütmektedir. Hepsi Türkiye‘nin siyasal örgütlenmesi olmasına rağmen, bunların içinde bir tanesi farklı bir konuma sahip bulunmaktadır. Bütün siyasal partiler Türkiye’de devlet kurulduktan ve cumhuriyet ilân edildikten sonra tarih sahnesine çıkmalarına karşılık, Atatürk’ün partisi devlet kuruluşu ve cumhuriyet ilânı öncesinde ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra geride kalan otorite boşluğu alanında Türk milleti önce bir Misak-ı Milli programını ilân etmiş ve bu ulusal ant doğrultusunda Türkiye’nin kurtuluş savaşına başlanılmıştır. Uzun süren kurtuluş savaşı öncesinde Türk halkı Kuvay-ı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk dernekleriyle örgütlenmiş ve ülkenin her köşesinde oluşturulan bu ulusal örgütler aracılığı ile işgalci düşman birliklerine karşı ulusal direniş yürütülmüştür. Savaş sırasında kurulan bu ulusal direniş örgütleri ikinci aşamada bir araya gelerek Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurmuşlardır. Vatanın dört bir yanında öne çıkan bu örgütlenme merkezi bir yapıya kavuştuktan sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ana gövdesi olarak direnişi Kuvay-ı Milliye’nin başkenti Ankara’dan yürütmüştür.

Vatanın kurtuluşu sağlandıktan sonra, ülkede devletin kurulmasına ve daha sonrada cumhuriyet rejiminin ilânına sıra gelmiştir. Bütün bu girişimler Kuvay-ı Milliye’nin ana örgütü olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından yerine getirilmiş ve bu örgütün başkanı olan Mustafa Kemal Paşa önce devlet ve meclis başkanı daha sonra da ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran ve daha sonra da ülkemizde çağdaş bir cumhuriyet rejimini ilân eden ana kuruluş Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetidir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasından sonra Atatürk’ü destekleyen milletvekilleri ayrı bir grup kurmuşlar ve Atatürk karşıtlarına direnerek ülkede ulusal önderin öncülüğünde başlatılan hareketin başarıya ulaşabilmesi için çalışmışlardır. Muhalif milletvekilleri Atatürk’e karşı ikinci grubu gündeme getirince, artık bir siyasal partinin kurulması zorunluluğu ortaya çıkmış ve bu doğrultuda Atatürk arkadaşları ile beraber Cumhuriyet Halk Fırkasını kurmuştur. Dil devrimi sonrasında fırka kavramının yerini parti deyi alınca, yeni partinin adı Cumhuriyet Halk Partisi olmuştur. Bu nedenle, Cumhuriyet Halk Partisi kurucusunun Atatürk olması nedeniyle Atatürk’ün partisi olarak anılmıştır. Emperyalist işgalci batı ülkelerine karşı ulusal bir kurtuluş savaşı veren Türk halkının örgütlenmesiyle ortaya çıkan Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk cemiyeti sonraki aşamada devletin kuruluşunu ve cumhuriyetin ilânını tamamlayarak modern bir siyasal partiye dönüşmüş ve cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana Atatürk ilkeleri doğrultusunda kurucusu olduğu Türk devleti ile ilân ettiği cumhuriyet rejiminin bekçiliği misyonunu üzerinde taşımağa çalışmıştır. Türk devletinin 85 yıllık geçmişi Atatürk’ün partisinin böylesine bir ulusal misyonu yerine getirmesinin çeşitli örnekleriyle dolu bulunmaktadır.

Yirminci yüzyılın başlarında imparatorluklar tarih sahnesinden çekilirken yerini ulus devletler almış ve Osmanlı imparatorluğunun merkez ülkesinde Türkler ulusal önderlerinin öncülüğünde kendi ulus devletlerine kavuşmuşlardır. Atatürk ile Türk ulusu arasındaki resmi bağ, Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti aracılığı ile kurulmuş ve daha sonra da Cumhuriyet Halk Partisi aracılığı ile bu resmi bağ geleceğe dönük olarak kurumlaştırılmıştır. Atatürk, yaşamının son dönemlerinde hazırlamadığı vasiyetnamesi ile mirasının yönetimini kurucusu olduğu devlete değil ama öncüsü olduğu siyasal partiye bırakmıştır. Devlet hayatının nereye gideceği belli olmadığı için, Atatürk kurucusu olduğu siyasal partiyi daha güvenli olarak görmüş ve vasiyetini devlete değil ama partisine bırakmıştır. Atatürk’ün partisinin yöneticilerinin bu tutumun ne anlama geldiğini bu açıdan iyi bilmek durumundadırlar. Partilerin halk örgütü olması ve gelecekte devlete ya da cumhuriyete karşı çıkan güçlerin başka partiler aracılığı ile Atatürk’ün kurmuş olduğu Türk devletini ilân etmiş olduğu cumhuriyet rejimini tehlikeye sokma ihtimallerine karşı Mustafa Kemal Paşa kendi partisine daha fazla güvenmiş ve mirasının yönetimini partisine bırakmıştır. Bugün de aynı durum devam etmekte ve Atatürk’ün partisinin günümüzdeki yönetimine bu mirasa layık olma sorumluluğunu yüklemektedir.

Dünya tarihi ile beraber yeryüzünün merkezi bölgesindeki Türkiye’nin siyasal tarihi çeşitli dönemlerden geçmiştir. Atatürk’ün sağlığı döneminde ulusal önderin yanında yer alan cumhuriyetimizin kurucusu olan siyasal parti, büyük önderin bütün devrimci atılımlarında yanında olmuş ve bu doğrultuda onu desteklemiştir. Cumhuriyetimizin kurucusu olan öncü kadronun halka ulaşmasında ve halk kitleleri ile bağlantılar kurmasında Atatürk’ün partisi bir ulusal örgütlenme olarak üzerine düşen görevleri yerine getirmeğe çaba göstermiştir. Atatürk’ün önder olarak görev yaptığı süre zarfında bu parti Kemalist devrimi halk kitleleri ile kucaklaştırmıştır. Atatürk’ün partisi sayesinde devrimler halk kitlelerine götürülmüş ve kitlelere mal edilmiştir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan Atatürk devrimleri ile ilkeleri bir anlamda cumhuriyetimizin kurucusunun Türk ulusuna bırakmış olduğu emanetlerdir. Atatürk’ün partisi bu emanetlere sahip çıkarak günümüze kadar Atatürk ilkelerinin ve devrimlerinin bekçiliği görevini yerine getirmiştir. Devrimlerin toplumsal tabana oturması, Türk ulusunun ortaçağ düzeninden çağdaş uygarlığa geçişi hep Atatürk’ün partisinin kurumsal çabaları sayesinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyetimizin kuruluşu ve ilk yılları bir anlamda Atatürk ile beraber partisinin yeni bir devlet ve düzen kuran girişimleri ile dolu bulunmaktadır.

Atatürk sonrası dönemde ikinci adamın milli şefliğe yönelmesi tamamen İkinci Dünya Savaşı’nın koşullarında gündeme gelmiştir. Bütün dünya ülkeleri birbirleriyle savaşırken, dünyanın ortasında yer alan Türkiye bu çılgınlığın dışında kalmıştır. Böylesine bir başarının gösterilmesinde Atatürk’ün partisinin milli şefin önderliğinde Türkiye’ye ve Türk ulusuna sahip çıkması etkin olmuştur. Savaş döneminin zor yıllarında ülkede istikrarın sağlanması gene bu parti aracılığı ile gerçekleştirilmiş, devlet kurumlaşması tamamlanırken, halk kitlelerinin devletin yanında yer alması başarılmıştır. Halk kitleleri zor günlerde devleti kuran partinin çatısı altında yer alarak emperyalist ülkelerin Türkiye’yi karıştırma ya da bölme amaçlı örgütlediği isyanlara uzak durmuştur. Özellikle doğu Anadolu halkının cumhuriyet rejimi tarafından kazanılmasında, Türk devleti ile bütünleşmelerinde Atatürk’ün partisi öncü rolü üstlenmiştir. İkinci dünya savaşı sırasında Türkiye’nin doğu Anadolusunu ülkeden koparma senaryoları Atatürk’ün partisinin gerçekleştirdiği sosyal yaklaşımlarla devre dışı bırakılmıştır. Toplumsal çimento görevinin yapılması her türlü bölücü girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasına giden yolu açmıştır. Atatürk’ün partisinin cumhuriyetin kucaklayıcı ve bütünleştirici misyonunu başarıyla yerine getirmesi, kısa zamanda Türk devletinin vatandaşları ile kaynaşmasını sağlamıştır.

Savaş sonrası dönemde, demokrasiye geçerken Atatürk’ün partisi ülkede yeni partilerin kurulmasına yardımcı olmuş ve Türkiye’nin kısa zamanda çağdaş bir demokrasiye sahip olabilmesi için elinden gelen bütün çabaları göstermiştir. Ülkede ikinci partinin kurulması Atatürk’ün partisinden kopan bir grup milletvekili tarafından gerçekleştirilmiş, cumhuriyeti kuran partinin sahip olduğu bilgi birikimi eski milletvekilleri aracılığı ile yeni kurulan siyasal partiye taşınmıştır. Yirminci yüzyılın tam ortasında yapılan serbest seçimlerle Türkiye’de siyasal iktidar seçim yolu ile el değiştirirken yeni kurulan siyasal parti iktidar gelmiş ve böylece Türkiye cumhuriyet düzeninden demokratik rejime geçiş yapmıştır. Ülkede hiçbir birikim ya da gelenek yokken, batı tipi bir demokrasiye geçiş Atatürk’ün partisinin gösterdiği özveri ve çabalar sayesinde olmuştur. Batı ülkelerinde görülen uzun süreli demokrasiye geçiş aşaması Türkiye’de bu partinin birikimi ve olgunluğu sayesinde atlatılmış ve yeni dönemde iki partili demokrasi denemesi Türkiye’de yürürlüğe girmiştir. Ne var ki, yeni iktidara gelen siyasal partinin Atatürk döneminin olgunluğunu gösterememesi, anayasayı ihlali ve ülkeyi tehlikeye atan bir kardeş kavgasına izin vermesi üzerine Türk silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuş ve Türkiye bir askeri rejime sürüklenmiştir.

Askeri dönemler ülkede daha sonra da gündeme gelmiş ve Türkiye yirminci yüzyılın sonlarına doğru tam dört dönem askeri müdahaleler ile karşı karşıya kalmıştır. Atatürk’ün partisi ilk askeri dönemin kısa olmasını sağlamış ve sahip olduğu siyasal birikim ile ülkede yeniden demokrasiye geçiş döneminin hükümetini kurmuştur. Sonraki askeri dönemlerde de benzeri yönde girişimlerde bulunan Atatürk’ün partisi genel olarak bu ara rejimlerin kısa olmasını başarmış ve Türk ordusunun kışlasına dönmesine yardımcı olmuştur. Türk silahlı kuvvetleri ile kurulan diyalog çerçevesinde ülkede cumhuriyet rejiminin ve Atatürk devrimleri ile ilkelerinin korunabilmesi birçok girişim yapılmış ve Atatürk’ün cumhuriyeti kazasız belasız yirmi birinci yüzyıla kadar getirilmiştir. Soğuk savaş döneminin son yıllarında giderek artan kutuplar arası çekişme Türkiye’yi bir sol ve sağ kavgasına götürmüş, bu aşamada ülkede bir ideolojik görünümlü terör emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda zorlanarak gündeme getirilmiştir. Ülkenin tam bir kardeş kavgasına sürüklendiği bu dönemde Atatürk’ün partisi rejimin ve devrimlerin koruyucusu olarak Türkiye’nin bir rejim bunalımına sürüklenmesini önlemeğe çalışmıştır. Türk silahlı kuvvetleriyle beraber ülkenin önde gelen kamu kurumlarının da sağduyulu bir çizgide hareket etmesi Türk demokrasisinin sonraki dönemlerde de devam etmesine yardımcı olmuştur. Atatürk’ün partisi, en eski siyasal parti olarak ülkedeki gerginliklerin aşılmasına ve zaman içinde çözümler üretilmesine elinden gelen katkıları yapmıştır. Avrupa kıtasının dışında kalan bir Müslüman ülkede batı tipi bir demokrasi ancak devleti ve rejimi kuran Atatürk’ün partisinin özverili çabaları ile mümkün olabilmiştir.

Yirminci yüzyılın son on yılında ortaya çıkan küreselleşme sürecinde Atatürk’ün partisi son derece hazırlıksız bir durumla karşılaşmıştır. Bir NATO harekâtı olarak gündeme gelen askeri dönemde diğer partilerle beraber kapatılan Atatürk’ün partisi ortaya çıkan büyük sorunların ve gereksinmelerin aşılabilmesi için yeniden kurulabilmiştir. Devleti ve rejimi kuran siyasal partiyi de diğer partilerle beraber kapatarak Türkiye’yi kendi istedikleri doğrultuda yeniden yapılandırmak isteyen Atlantik emperyalizmi, Siyonizm ile elele vererek Ortadoğu’da yeni bir bölgesel yapılanma için çaba gösterirken Türkiye üzerinde kurulu bulunan Atatürk Cumhuriyetini devre dışı bırakmak istemiştir. Soğuk savaş döneminin gerginliklerinden yararlanarak terörü tırmandırmışlar ve ülkedeki Atatürk potansiyelini temsil eden birçok Türk aydınını hedef almışlardır. Bu durumda Atatürk’ün birikimini temsil edenler Atatürkçü Düşünce Derneği’ni halk kitlelerine dönük olarak kurmuşlardır. Atatürk ilke ve devrimlerinin sadece dernekleşme ile korunamayacağı ve bunun yanı sıra bir siyasal örgütlenmenin de zorunlu olduğu anlaşılınca, Atlantik emperyalizminin kapatmış olduğu Atatürk’ün partisi yeniden kurulmuştur.

Partinin ikinci kuruluş aşamasında Türkiye’yi Atatürk modelinden uzaklaştırmak isteyen kapanmadan önceki son genel başkan kendi kafasına göre bir yeni parti kurarak bunu karısıyla beraber Türk ulusuna benimsetmeğe çalışmış ve Atatürk’ün partisinin ikinci kez kuruluşu aşamasında bu yuvadan uzak kalmıştır. İkinci kuruluş sırasında kimin genel başkan olacağı sorunu ile uzun süre uğraşılmış, kapanma sonrasında ortaya çıkan sosyal demokrat görünümlü partilerle ilişkilerin ne olacağı konusu da büyük bir tartışmayı beraberinde gündeme getirmiştir. Üçüncü genel başkan Atlantik rüzgarları doğrultusunda, Büyük Orta Doğu projesine yönelik yelken açan bir yeni parti ile halk kitlelerinin karşısına çıkarken, boşluktan yararlanılarak kurulmuş olan bir sosyal demokrat görünümlü siyasal parti de Avrupa, Amerika ve İsrail doğrultusunda alt kimlikçiliğe soyunmuştur. Güneydoğu halkının alt kimlikçiliğe sürüklenmesinde ve ayrıca bir belediye merkezli müteahhit hizbinin olmasında son derece zararlı etkisi olan bu siyasal parti birleşmeler sonucunda tarih sahnesinde çekilmek zorunda kalmıştır. Atatürk’ün partisinin kapatılması sonucunda ortaya alt kimlikçi yapıların çıkması Türk demokrasisi açısından önemli handikaplar oluşturulmuş ve bazı mafya benzeri örgütlenmeler bir müteahhit hizbi görünümünde Türk demokrasisi içinde sosyal demokrat görünümlü öne çıkmasına giden yolu açmıştır. Kısa zamanda bu tür sapmaların ortaya çıkması üzerine Atatürk’ün partisinin yeniden kurulması zorunluluğu ortaya çıkmış ve doksanlı yılların ilk yarısında ikinci kez Atatürk’ün partisi tarihsel kimliğine ve birikimine uygun olarak yeniden kurulmuştur. İkinci dönemin başlangıcı zorluklarla dolu olmuş, aradan geçen zaman içinde partinin sahip olduğu eski ekol dağılmış ve eski geleneksel Atatürkçü kadrolardan uzak duran bir yapılanma, bu kez de eski bir hizbin ön geçmesiyle gündeme gelmiştir. Eski sosyalist partilere benzeyen bir prezidiyum yapılanması benzeri kadrolaşma ile Atatürk’ün partisinde işbaşına gelen bu kadro eski kongrelere alışık olduğu için, parti iktidarını ele geçirdikten sonra kendinden olmayan bütün grupları yönetimin dışında tutmuş ve bunların zaman içerisinde partiden uzaklaşmalarına neden olan bir katı tutum içinde olmuştur. Bu nedenle, aynı doğrultuda başka siyasal partilerin kurulmasına giden yol açılmış ve solda yeniden bir bölünme dönemine girilmiştir.

Esas önemli olan, ikinci kuruluş küreselleşme dönemine rast geldiği için, Atatürk’ün partisi bu yeni döneme hazırlıksız yakalanmış ve hiç bir biçimde Atatürk’ün birikimi yeni dönemde nasıl siyasal sahnede canlı tutulacağına yönelik bir çalışma yapılmamıştır. Devleti ve cumhuriyeti kuran bir siyasal partinin her yeni dönemde devletin ve cumhuriyet rejiminin korunması doğrultusunda bir hazırlığının olması gerekirken, bir Avrupa Birliği hayali devam etmiş, uzun süren bu düşün gerçekleşemeyeceğinin anlaşıldığı bir aşamada ciddi bir alternatifsizliğe sürüklenilmiştir. Büyük Orta Doğu planları doğrultusunda yeni parti kuran eski genel başkan, bu projeye uygun düşen çelişkili ve Türkiye’yi siyasal risklere sokabilecek adımlar atarken, Atatürk’ün partisinde bir durgunluk ve değişime karşı hazırlıksızlık çok açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Küresel rüzgarlar aşkın ve devrimin partilerini kurdururken, bütün basının köşe yazarları neoliberalizme teslim olarak Atlantik ötesinden kaynaklanan plan ve projelere destek çıkarken, medyada Atatürk’e ve ilkelerine karşı bir eğilimin giderek cemaatçi ve liberal işbirliği çerçevesinde tırmandığı görülmüştür. Küresel emperyalizme teslim olan İstanbul sermayesi taşeronluğa teslim olurken Atatürk’ün ulus devletinden vazgeçmiş ama Atatürk’ün partisi de bu konuda yeterince titiz davranmamıştır. Medya desteği ile seçim kazanma yaklaşımı, Atatürk ilke devrimlerinin geride kalmasına neden olmuş, bunların bir aile fotoğrafı olarak saklandığı açıkça ifade edilmiştir.

İçine girilen yeni dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliğinin dışında kaldığı artık açıkça belli olmuştur. Artık Avrupa hayalleri ve koşullanmaları ile politika yapma dönemi geride kalmıştır. Tam bu durum kesinlik kazandığı noktada Türkiye Kuzey Irak üzerinden bir savaş dalgası ile karşı karşıya kalmıştır. Orta Doğu devletlerini Kürt kartı ile bölmek isteyen İsrail ve Amerika Kuzey Irak’ta oluşturdukları kukla devlet ile İran, Suriye ve Türkiye’yi hedef almaktadırlar. Türkiye böylesine bir tehdit ile dost ve müttefiklerinin attığı kazıklar nedeniyle karşı karşıya kaldığı için bir an önce ulus devleti ve üniter cumhuriyet düzenini koruyacak yeni atılımlara ihtiyaç bulunmaktadır. Atatürk’ün partisi, hem devletin hem de rejimin kurucusu olarak öne çıkmak ve ulus devleti dağılmaya karşı korumak zorundadır. Ayrıca, İsrail ve Amerikanın bölgeye savaş taşıyan girişimlerine ve Türkiye’yi bu doğrultuda hedef yapan senaryolara karşı çıkmak gene Atatürk’ün partisinin öncülüğünde Türk ulusuna düşen bir ulusal görevdir. Türkiye önümüzdeki dönemde yeni bir kurtuluş savaşı verecektir. Hem iç savaşa hem de dış savaşa karşı Türk toplumunun tıpkı I9I9 da olduğu gibi büyük bir kitlesel bütünsellik içinde dış düşmana karşı birleşmesi gerekmektedir. Bölgeyi ve komşularımızı işgal eden, ekonomik çıkarları uğruna bir milyon masum insanı katleden savaşa karşı türkiye7nin komşuları ile bir araya gelerek büyük bir direnişi bölgesel düzeyde örgütlemesi gerekmektedir. Böylesine bir ulusal görev i yerine getirmek devleti ve cumhuriyeti kurmuş olan Atatürk’ün partisine düşmektedir. Artık bir süper emperyalizm olduğu iyice anlaşılan küreselleşmenin neoliberal takıntıları ile uğraşmayı bir yere bırakarak yeniden Türk devletinin ve Türk ulusunun ulusal çıkarlarının savunulması zamanı gelmiştir. Seçim yılına girildiği bu aşamada Atatürk’ün partisinin yeniden Atatürk geleneğine dönmesi ve bu birikimi günümüze taşıyan kadrolara öncelik vermesinin zamanı gelmiştir. Atatürk’ün partisi Atatürk’ün eserini ancak ciddi Atatürkçü kadrolarla koruyabilecektir. Tıpkı cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi iç ve dış düşmanlarla mücadele edecek, yeni bir yapılanmayı Atatürk’ün partisi kendi içinde gerçekleştirmek zorundadır. Ulusal bağımsızlığı koruyacak ve bu doğrultuda bir iktidar alternatifi olacak Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uygun olacak bir milli programı Atatürk’ün partisi seçimler sırasında Türk ulusunun önüne ciddi bir alternatif olarak koymak zorundadır.

Bu yazı, Türkiye Cumhuriyetinin sonsuza kadar yaşamasını kurucusunun vasiyeti olarak kabul eden bir Türk bilim adamının, Atatürk’ün partisini yönetenlere açık mektubudur. Bu açık mektup aynı zamanda Atatürk ilke ve devrimlerini kabul eden bütün Atatürkçülere de bir açık çağrıdır. Bizi tarih sahnesine çıkartan, bugünkü kimliğimizi ve devletimizi kazandıran Büyük önderin eserine sahip çıkmak, bütün Türk vatandaşlarına düşen yaşamsal bir ulusal görevdir. Atatürk’ün partisinin üyeleri ve taban örgütleri kadar, ülkedeki bütün Atatürkçü kuruluşlar ve Atatürkçüler bu açık çağrının muhataplarıdır. Türkiye Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılda yoluna devam edebilmek için yeniden çıkış noktası olan Atatürk ilke ve devrimlerine dönmek zorundadır. Yüz yıl önce bizi yok etmek isteyen emperyalizme Türk ulusu nasıl direndiyse, yeni yüzyılın başlarında aynı direnç çok daha güçlü bir biçimde siyasal alana taşınmalıdır. Askeri bir savaşı ancak güçlü bir siyasal mücadele önleyebilir. Türk ulusunun ve devletinin yok olmaması için, tam bağımsızlık doğrultusunda yeni bir Kuvay-ı Milliye mücadelesine bütün Atatürkçüler, Atatürkçü kuruluşlar ve de Atatürk’ün partisi öncülük yapmak zorundadırlar.